27 Aralık 2012 Perşembe

ONAT'IN ODASI

Onat Kutlar ‘Çevirmen’ adlı denemesinde çocukken yaşadığı bir olayı ve o olay sayesinde bir özelliğini keşfedişini anlatır. Kısaltarak aktarıyorum: Bir gün evlerine konuk olan emekli yargıç pencereden ağaçtaki serçelere tüfeğini doğrultmuştur. Çünkü o, serçelerin yemişlere zarar verdiğini düşünmektedir. Durumdan rahatsız olan abla ‘Vuracaksınız, yılanı vurun’ der. Babası 'Atı hazırladınız mı?’ diye seslenir seyise. Annesi misafiri yönlendirmeye çalışır: ‘Artık yorulmuşsunuzdur’. Emekli yargıç cevap verir: ‘Kalemi kırdık bir kere.’ Küçük kardeş de bunu anlamaz.

Aslında durum şudur: Baba yola çıkacaktır, ama bunu misafirine söyleyemez. Ablaya göre kuşların bir suçu yoktur; onları rahatsız eden asıl yılandır. Anne, artık yargıcın gitmesini istemektedir. Gel gelelim yargıcınsa kuşlar için verdiği idam kararından dönmeye niyeti yoktur.

Onat Kutlar o gün insanların bazen bir şey söylerken aslında başka bir şeyi kastettiklerini, bunun da başka yanlış anlamalara yol açtığını fark eder. Kimse kafasındakini net söylemez, söyleyemez. ‘Sanki odada bir Japon, bir İngiliz, bir Macar, bir İspanyol vardı ve hiçbiri ötekinin dilini bilmiyordu’.  Kutlar yıllar sonra konu üzerine düşündüğünde, bence de haklı bir tespitle, şu sonuca varır:

Beni en çok şaşırtan şey, iki insanın sözlerini aynı dilde birbirlerine çevirirken benim kullandığım sözlerle yeni ve üçüncü bir dil oluştuğunu görmem oldu. Çünkü eninde sonunda iki taraf arasında bulunan ben de bir ‘dil’le konuşuyordum. Ve bu dil öbür ikisinden farklıydı. İki insan, iki topluluk ya da yeryüzü ile insan arasında yeniden üretilen bir dil.

Şimdi kimi zaman düşünüyorum. Acaba edebiyat denilen şey bu mu?


'Doğmadığım Gün' isimli filmi seyredişim ‘Çevirmen’i yeniden okuduğum günlere denk geldi. Kısaltarak aktarıyorum: Almanya’da yaşayan Maria Şili’ye giderken Buenos Aires’te konaklar. Dilini bilmediği bu ülkede tuhaf bir şey olur: Maria tesadüfen duyduğu bir ninniyi tanır, ama buna bir anlam veremez. Meğer o, aslında hayatının ilk üç yılını Arjantin’de geçirmiştir ve annesiyle babası diktatörlük zamanında kaybolan otuz bin kişi arasındadır. Bunları yıllardır babası olarak tanıdığı Anton anlatır ona ve şimdi Maria’nın amacı, eğer varsa, bu ülkedeki diğer akrabalarını bulmaktır.

Film boyunca İspanyolca, İngilizce, arada azıcık Almanca ve (filmi Türkçe izlediğimiz için) Türkçe arzı endam eder. Aynı küçük Onat’ın odası gibi. Filmi izlerken sürekli bir çeviri etkinliğine tanık oluruz. Maria asıl anne babasıyla ilgili en ufak bir ayrıntıya ulaşmak için ağzı açık dinler konuşanı ve çeviren her kimse onu. Fakat burada şu dikkati çeker: Maria’yı büyüten Anton, Buenos Aires’te tanıştığı polis memuru Alejandro ve yeni keşfettiği akrabaları aynı dili konuşurlar ama bu, anlaşmaları için, bir olmaları için yetmez. Tarihi ve siyasi sebeplerle ayrılmışlardır, çoktan birbirlerinden kopmuşlardır. Tanıdık, değil mi?

Onat Kutlar’ın terimi kullandığı haliyle ‘çeviri yapmak’ sadece edebiyata özgü bir şey değil. Elbette sinema ve diğer tüm sanat dalları için de  geçerli. Buradan çok uzakta, sadece birkaç kelimesini bildiğim bir dili konuşan ve aynı ülkede yaşayıp aynı havayı soluyan insanların, içinde zulüm, gözaltında kaybolma ve işkence olan hikayesi yedinci sanatının sunduğu  ‘çevirmenlik’ hizmeti olmasaydı bana ve dünyaya ulaşmazdı.

Örneğin filmin bir sahnesinde dört kişi mutfak masasında oturmaktadır. Burada yönetmen bu dört kişinin arasındaki dil yabancılığı ve siyasi mesafeden kaynaklanan ‘insanın insana soğukluğunu’ ekranın bu tarafına başarıyla yansıtır. Bize öyle gelir ki o mutfak masasının etrafında sanki bir bitki, bir kaya parçası, bir uzaylı ve bir hayalet vardır.

Yani aslında dil yoksa belki hiçbir şey yoktur.  







12 Aralık 2012 Çarşamba


DÜNYADA NEDEN HAVUZLAR VE DENİZLER VAR?

Dış dünyayla temasları arttıkça ve ufukları günler içinde genişledikçe çocukların sordukları sorular farklılaşıyor, karmaşıklaşıyor. Peki, beynimizin içindeki merak kıvılcımı ilk ne zaman çakıyor, bu mekanizma nasıl çalışıyor? Şöyle düşünüyorum: Kafamız aslında zaman, var olmak, bir nedeni olmak gibi konulara çok küçük yaşlarda takılıyor. Büyük çoğunluğumuz büyüdükçe bu sorulara kendimize göre, ‘mahallemize’ göre cevaplar buluyoruz ya da boş veriyoruz. Ama zaman zaman bu cevapları çok arayıp hiç bulamayanlar da oluyor. Tarih onlara ‘varoluşçu filozof’ adını veriyor.


Ben de yakın çevremden (!) duyduğum bu tip birkaç soruyu derledim, düşünce tarihimize bir katkı olsun diye burada kayda geçiriyorum:

Dünyada neden havuzlar ve denizler var? : Bir yaz tatilinde havuz sefası sonrası duş alırken bir çocuğun aklına böyle bir soru gelebiliyor. Çocuklar her şeyi anlamlandırmak, bir yere konumlandırmak istiyorlar. Şu neden var, bu neden var? Bu sorunun ilkini aslında bir ‘kaka seansı’ sırasında duymuştum: ‘Dünyada neden tuvaletler var?’ Verdiğim cevabı uzun uzun burada anlatmayı gereksiz buluyorum!

Herkes ölünce ne olacak?: Öyle oyun oynarken, bağırıp çığlık atarken güm! diye gelen bir soru. İnsan reklâmdaki Şener Şen gibi eğilip ‘Dondurma yer misin?’ diye sormak istiyor. Az sonra anneannesine söz konusu soruyu aktarıyorum. O da ‘Hiç herkes birden ölür mü, oğlum?’ diyor.  

İnsanlar yokken, bu çayırlar yokken, ağaçlar yokken, inekler yokken… ee… o zaman insanlar nerede yaşıyordu? Pamukova’dan gelirken Akçay’dan Sapanca‘ya sapıyoruz. Etraf yemyeşil. İnekler de var, çayırlar da. (Ay)dede, babaanne herkes arabada. O zaman durun ben şöyle sıkı bir bulayım şunlara.

Her şey günah, de mi baba?  Okuldaki arkadaşlarından, sitedeki ağabeylerinden duyduğu bölük pörçük şeylerden kopup gelen bir soru. Bir şeyler öğrenmiş, biliyor ama ne bildiğini bilmiyor. ‘Her şey günah olur mu, oğlum?’ diye geçiştiriyorum. Sonra başka soru gelmiyor. Ama sanırım bizim de günah ve sevaplardan bahsetme yaşımız gelmiş. De mi Aras?

Allah nerede yaşar? Nilay’ı okula bırakırken akşam ne yiyeceğiz diye soruyorum.         (Evliliğimiz, görüldüğü gibi, ilk günkü romantik seyrinde ilerliyor.) O da ‘Allah ne verdiyse…’ diye yanıtlıyor. Az sonra arkada oturan Aras soruyu patlatıyor. Ben bir şeyler anlatmaya çalışırken başka bir soruyla sözümü kesiyor: Kafada mı yaşar diyor?

-Sizin düğününüz olurken ben nerdeydim? Another ice-cream, son?

-Burada sadece her şey mi var? Aras, ne diyorsun Allah aşkına?


21 Kasım 2012 Çarşamba

İNİŞLERİM ÇIKIŞLARIM

‘Bizim Quartet’te’ Petra’yı işlerken üzerinde durmayı sevdiğimiz cümlelerden biri de ‘The road twisted and turned...’ cümlesidir. Bunu Ürdün’deki Petra kalıntılarına doğru at sırtında ilerlerken dar bir patikadan geçen turistlerden biri söyler. O ders tahtaya, bu kullanıma bir başka örnek olması için ‘Life has its own twists and turns’ şeklindeki (yine ‘kimbilir nerede, nasıl, kaç yaşında’ duyduğum) deyişi yazarım. Türkçe’ye ‘hayatın kendine özgü inişleri ve çıkışları vardır’ olarak aktarabileceğimiz bu güzel ifade yalın bir gerçeği yansıtması ve herkesin hayatında somut bir yere gönderme yapması bakımından bana hep güçlü bir cümle gibi gelmiştir. Bu cümleyi tahtaya yazdığımda ve öğrenciler onu defterlerine geçirirlerken sınıfta bir sessizlik olur, fark ederim. Bu, dersin sıkıcılığından, şehrin boğuculuğundan veya diğer hayat dertlerinden kaynaklanan sessizliklerden değildir; daha anlamlı ve içi dolu bir sessizliktir. Henüz çok genç olsalar da öğrencilerimiz bilir ki adına yaşamak dediğimiz şey, kırılgandır. Hayat, doğası gereği, sürekli düz bir çizgide akmaz. ‘Sıfır sorun’ çoğu zaman bir temenniden öteye gitmez.

Oğlum bazen okula gitmek istemiyor. Hele bu yılın ilk günlerinde, ertesi sabah erken kalkması gerektiği için onu yatmaya yönlendirdiğimizde içinde oluşan karanlık yüzüne yansıyordu, görüyordum. Böyle bir akşamdı, yanına uzandım ve neden okula gitmesi gerektiğini anlatmaya çalıştım. Konuşmamın içeriği, bu yazının ilk paragrafında anlatılanların 4 yaş için sadeleştirilmiş halinden ibaretti.  (Hayat her zaman bizim istediğimiz gibi olmaz, bugün okula gideriz; yarın tatil olur başka yere gideriz, gibi…) Ne kadar başarılı oldum, bilmiyorum. Bu tip erken hayat bilgisi dersleri ne kadar gereklidir, onu da bilmiyorum. Ama o anki hissiyatım Sabahattin Ali’nin kızı için şu satırları yazarken taşıdığı hissiyatla aynıydı muhakkak:  ‘…üzülecek bir şey yok. Her şey düzelir, hele Filiz hiç üzülmesin.’

Bu yazıya başlık olarak, yazıyı hazırlarken aklıma gelen Fikret Kızılok’un güzel şarkısını seçtim. Şarkıyı Youtube’dan birkaç kez dinledim. Ardından biraz İlhan İrem, biraz da Aydın Tansel aldım. Sonra bugünkü şarkıları ve onların sözlerini şöyle bir düşündüm. Ve Türk Pop Müziğinin en kısa zamanda, bu sektörde sık başvurulan bir kullanımı tekrarlayarak söylersek, tekrar ‘bir çıkış yakalamasını’ diledim.     

31 Ekim 2012 Çarşamba

EĞER MUTLUYSAN VE BUNU BİLİYORSAN


Bir arkadaşım bir kaç gün  önce haksız yere tutuklanan ve bir süre çocuklarından ayrı kalması gereken bir anneyle  ilgili  gazetede  okuduğu haberi bize aktarırken 'Dünya aslında  zor bir yer, arkadaşlar'  diyordu. Gerçekten de bugün pek çok insan dünyanın ne kadar zor bir yer olduğuna her defasında yeniden tanık olmamak için televizyonda haberlere bakmıyor, gazeteleri okumuyor. Ne var ki, bizi çevreleyen acılardan kendimizi soyutlamamız her zaman mümkün olmaz. Bazen durup düşünürüz: Mutluluk bu dünyada bir istisna mıdır, diye sorarız. 

Yeşim Ustaoğlu'nun son filmi Araf, 'her insanın dünyası kendine zor', diye düşündürüyor. Film, şehirler arası bir dinlenme tesisinde hep yorgun iki gencin hikayesi esas olarak. Bu gençlerden biri  yukarıda gördüğünüz resimde üst geçitte durup kırmızı bir kamyonun yolunu gözleyen kız, Zehra. Öteki, olgunlaşmasına daha çok olan, klişeler ve küfürlerle yaşayan bir taşra delikanlısı. Bu dinlenme tesisi onların hayatlarının bekleme odası. Biraz zaman geçsin, bekleme bitecek. Peki onun yerine ne başlayacak?  

'Yolu çocuklardan ve şarkılardan geçen' herkes şu ünlü şarkıyı duymuştur : If you're happy and you know it, clap your hands...Yani 'eğer mutluysan ve bunu biliyorsan ellerini çırp!' der şarkı. Bana öyle gelir ki bir çocuk şarkısından beklenmeyecek kadar sıkı bir önerme vardır burada. Şarkı, bir şekilde, sadece mutlu olmakla değil, bunun farkında olmakla da ilgilenir. Bilinçli mi yapılmıştır yoksa kafiye mi öyle gerektirmiştir bilmem ama şarkı 'if you know it' (eğer bunu biliyorsan) diyerek bilince davet eder bizi. Mutlusun, bunu bil, bunu hatırla demek ister sanki. Gerçekten de bazen bunu hatırlamamız gerekir hayatta; çünkü bizler zaman zaman aslında (ne kadar) mutlu olduğumuzu bilemeyebiliriz de.
..

Araf'ta hikayelerini izlediğimiz insanlar mutsuzlar ve bunu biliyorlar. Hayatlarını değiştirmek için iyi kötü çaba da gösteriyorlar. Ve bu çabanın zaman zaman 'eğreti' durduğunun da farkındalar. Mesela, Zehra'nın (Neslihan Atagül -ki burada bir oyuncu olarak umut vermekten fazlasını yapıyor)  Derya ile  (Nihal Yalçın) kafede otururken 'Gideceğiz buralardan, o da beni seviyor' demesindeki klişe duygusu ikisini de güldürüyor. 'Başka çaren yok' diyor Derya sık sık. İstasyondaki sahnede Nihal Yalçın ne kadar başarılı ve ne kadar çaresiz! Diyaloglar azmış, Özcan Deniz'in orada ne işi varmış, o sahne neden o kadar uzun sürmüş... Bütün bu tartışmalar bir yana, insanı mutluluk üzerine düşündürten bir film olmuş Araf.  

Gönül ister ki dünyada mutluluk istisnai değil daimi bir durum olsun, fakat işte bunun mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. 17. yüzyıl düşünürlerinden Leibniz'e göre 'yaşadığımız bu dünya, mümkün dünyaların en iyisidir.' Galiba çoğu insan 
pek de bilincinde olmadan bu şekilde düşünüyor ve günlük hayatında bu düşünceden bir tür teselli duygusu devşiriyor. Ama gene de insan 'biraz daha diyalog olsaydı' diye düşünmeden edemiyor;  insanlar ve uluslararası ilişkilerde. Ve tabii bazı Türk filmlerinde...  






12 Ekim 2012 Cuma

ÖMER'İN TEMENNİSİ



Aras, koşarken düştüğünde veya diyelim ki kafasını bir yere çarptığında benim de canımın yandığını biliyor. Yerden kalkıp üstünü başını silkelerken, benim o an çok belli etmemeye çalıştığım telaşımı fark edip, ‘Acımadı ki!’ diye sesleniyor. Bu seslenişle Aras her şeyin normal seyrinde olduğunu bir an önce babasına duyurmuş oluyor.

AVM’nin önündeki parkta hava iyice kararmasına rağmen ışıklar bir türlü yanmıyor. Onu yeni tanıştığı arkadaşıyla kumda oynarken izliyorum. Hava o kadar karanlık ve Aras o kadar küçük ki bazen oyun alanının içlerine bir yerde yere çömelirse görüş alanımdan çıkıveriyor. O da, muhtemelen, kafasını bana doğru çevirdiğinde bankta heykel gibi oturan bir adam görüyor. Bir an onun silüetini kaybediyorum. Çocukların tırmanmak için kullandıkları platformlardan birinin koyuluğunda kalmış. ‘Nerde-nerde?’ derken bir an karanlıklardan çıkıp bana doğru koştuğunu görüyorum. Koşuyor, koşuyor , sonra  ayağı kumların bittiği yerdeki tümseğe takılıyor ve… O an o karanlıkta benim dişlerimi sıktığımı ve biraz irkildiğimi görmesi imkânsız, fakat ayağa kalkınca yine ilk iş olarak ‘Bi şey olmadı baba!’ diye sesleniyor. Sonra koşup yanıma geliyor.

 — Oğlum, diyorum, dikkat etsene... ayağına…bastığın yere…
   Ben  bunları söylüyorum,  ama o aldırmıyor. Az önceki düşüşünü çoktan unutmuş.
—Baba, diyor nefes nefese, Ada’nın doğum günü için çok heyecanlıyım…
—Tamam, yarın gidiyoruz zaten…

Ada’yla az önce alışveriş merkezinin girişinde karşılaştık. Küçük kız hemen annesine ‘doğum günümü söylesene anne’ diyor. ‘Biliyorlar zaten kızım’ diyor Seda. Sonra onlarla vedalaşıp parka doğru gidiyoruz. Aras aslında Ada’yı tanıyor bile sayılmaz. Eğer Facebook çağında olsaydı muhtemelen onu listesine ‘eklemiş’ olurdu ama şu an için Ada, ertesi gün için bir etkinlik, bir farklılık demek.  Çocuklar bir şeyden heyecan duymaya ne kadar hazırlar! Eve gidene kadar birkaç defa daha doğum gününü konuşuyoruz. Hatta ‘Ekin de gelecek mi? diye bile soruyor.   
        
Ertesi gün Ada’nın doğum günü beklendiği üzere küçük bir şenlik havasında geçiyor. Gerçi Aras’ın kendine gelmesi bir saate yakın sürüyor ama sonra ortama alışıyor. Biri o dakika mikrofonun başında 'yazdığı' olmak üzere iki şarkı söylüyor ve finalde Aras’ı diğer çocuklarla beraber yerlerde yuvarlanırken görüyoruz. ‘Sefer Abi’, sağ olsun, çocukların eğlenmesi için tüm enerjisini ortaya koyuyor.  Ve ‘şenlik’ biterken Ömer güzel bir konuşma yapıyor:

‘Bütün çocuklarımızın şimdiki ve gelecekteki tüm doğum günleri kutlu olsun; inşallah hep mutlu olsunlar.’

Bir ay sonra şimdi bakıyorum da şu zor günlerde Ömer’in temennisi daha bir anlam kazanıyor. Çünkü şurası kesin ki çocuklar, diyelim ki, takılıp düştüklerinde en çok büyüklerin canı yanıyor... 

19 Eylül 2012 Çarşamba

DENİZLİ'YE VARDIĞIMDA İSTANBUL'A...


Ramazan Bayramından birkaç gün önce Adapazarı ile Denizli arasında altı saat kadar süren bir yolculuk yaptım. Bu iki şehir arasındaki yolculuğum esnasında, bir tas çorba için durduğum Afyon’un yanı sıra, sırasıyla, Buenos Aires, Londra, Paris, Budapeşte, Lizbon ve Roma şehirlerini de şöyle bir gezdim dolaştım. Böylece pek çok şey öğrendim ve o kadar çok yeni ses dinledim ki yolculuğumun sonuna, yolumun ucuna hemen gelmişim gibi oldu. Buenos Aires’te harika tango ezgileri ve Eva Peron eşlik etti bana; ‘çocukluğumum krizi’ Falkland Savaşını hatırladım ve şehrin isminin kelime anlamını (güzel havalar) öğrendim. Lizbon’da fado müziğinin kaynağı, gelişimi ve bu kez onun kelime anlamı (kader, fate) üzerine anlatılanları dinledim. Portekiz’in dünyaya kazandırdığı denizciler de oradaydı: Bunlar, hepsi değişik ilklere imza atan önemli kaşifler: Ferdinand Magellan, Kristof Kolomb, Vasco De Gama, Bartolomeu Diaz ve Pedro Alvarez Cabral (böyle sayınca bir başka Portekiz çetesi gibi duruyorlar, değil mi?) Sonra efendim, Londra’da içinden yağmur ve sis geçen şarkılar dinledim. Paris’te Edith Piaf, bohemyanizm, ve tabii ki Eiffel Kulesi vardı. Budapeşte’de ise Mohaç Savaşı, Macar Gulaşı ve nefis Macar şarkıları…    

Tüm bunlar NTV radyoda cumartesi günleri yayınlanan Laterna programı sayesinde oldu. Laterna, profesyonel rehber Özge Ersu’nun ‘gidemediğiniz coğrafyalara ruhunuzu götüren program’ sloganıyla ve titizlikle hazırladığı bir gezi ve müzik programı. Yola çıkmadan bir gece önce internetten programın linklerini buldum ve on bölümü (on şehir demek bu) MP3’üme yükledim. Ertesi gün lastiklerin havasını kontrol ettirdikten sonra gaza ve play tuşuna bastım. 25 yıldır gezdiğini ve insanları gezdirdiğini belirten Özge Ersu programını biraz tarih, azıcık şiir, hoş anekdotlar ve harika şarkılarla donatıyor. Bu hoş programı bir yolculukta dinlerseniz eğer, gideceğiniz yer  ‘ırak iken yakın’ oluveriyor.

Yine internetten edindiğimiz bilgilere göre, Laterna kolu çevrildiğinde daha önce programladığınız şarkıları sırayla çalan bir tür org, bir sokak çalgısı. Yüzyılın başında eğlendirmiş insanları Laterna, o günün kapalı dünyasında onların ruhunu ‘gidemedikleri coğrafyalara’ götürmüş. Ama işte, 1940’larda gramofonun gelişiyle, o gitmiş.

O gün Laterna programının benim yolumu oldukça kısalttığını söyleyebilirim. Denizli’ye vardığımda İstanbul’a gelmiştim. İftara bir saat vardı ve şehir, bir saat sonraki sessizliğine kadar sürecek olan telaşına çoktan kapılmıştı. Eğer yaşadığınız şehre iftar vakti şöyle ‘bir tepeden’ baktıysanız, benzersiz bir sessizliğin birkaç dakika içinde şehri bir uçtan ötekine usul usul geçtiğini gözlerinizle görmüşsünüzdür. Ben Denizli’ye vardığımda, işte bu sessizlik öncesi telaşta, kırmızı ışıkta birbirlerine huysuzca sokulan arabaların arasında beklerken, Laterna mikrofonlarına daha birkaç gün önce hayata veda eden Müşfik Kenter geçmişti. Yolun sonunda Orhan Veli’nin İstanbul Türküsü adlı şiirini üstadın eşsiz sesinden dinledim. Az sonra mahalleye girdim ve 'tekerleklerin ucuna basarak' ilerleyip arabamı evin önüne park ettim. Herkes alt kattaydı , içerde bir gürültüdür gidiyordu. Sesler açık pencereden dışarı taşıyordu. Nefesimi tutarak kapıya yaklaştım. Geldiğimden hiç kimsenin haberi yoktu; beni aslında ertesi gün bekliyorlardı ve o dakika Aras annesiyle ‘ben birisini özledim, bil bakalım kim?’ oyununu oynuyordu!   

11 Eylül 2012 Salı

DÖŞEĞİMDE ÖLÜRKEN


Anse Bundren bir sabah dört oğlu ve bir kızıyla, katırların çektiği bir arabayla Jefferson'a doğru yola çıkar. Bu yolculuğu karısına verdiği sözü yerine getirmek için yapmaktadır, ama şimdiden üç gün geç kalmışlardır. Üstelik bu zorlu yolculuk son zamanların en çetin yağmurlarının yağdığı günlere denk gelmiştir ve onları karşı tarafa geçirecek köprüler, günümüzde Hollywood yönetmenlerinin felaket filmlerinde gösterişli bir şekilde yaptığı gibi, bir bir yıkılmaktadır. Burada ilginç olan, Anse Bundren'ın karısı ve çocuklarının annesi Addie Bundren'ın da bu arabada onlarla birlikte Jefferson'a gitmekte olmasıdır: Bir tabutun içinde!  

Edebiyat uzmanlarının William Faulkner'ın bilinç akışı tekniğiyle yazmış olduğunu söyledikleri Döşeğimde Ölürken yine aynı uzmanların tanımlamasıyla söylersek, metnin okur tarafından yeniden üretildiği türde bir roman. Yani biraz kapalı ve birden fazla okumaya açık. Olaylar 15 kişi tarafından anlatılıyor, hikayenin aşamalarını, örneğin tabutun hazırlanışı (büyük oğlan Cash, annesi daha ölmeden başlamıştır tabutu çakmaya ve çekiç sesleri bizim romana giriş zilimizdir ve diğer karakterler de hikayeye bu zili duyarak dahil olurlar), Jewel ve Darl'ın birkaç dolar kazanmak için gittikleri yerden geç kalmaları, geçtikleri kasabalar, yağan yağmurlar, tabutun nehre düşmesi ve Cash'in ayağının kırılması, Dewey Dell'in karnındaki istemediği bebeği için eczane araması ve sonunda Jefferson'a ulaşmaları hep farklı gözlerden ve dolayısıyla farklı algılardan aktarılıyor. Addie'nin vasiyeti akrabalarının yaşadığı Jefferson'a gömülmektir ve herkes bu amaç için seferber olmuştur. Ama işte, burada da 'herkesin bir derdi var'dır, dolayısıyla öykü bu kadarla kalmaz ve okuyucunun önüne çeşitli yollar açılır. Burada ilginç olan, bir ara aslında yolun sonuna gelmiş olan Addie'nin de sesini duymamızdır; yazar Addie'nin içinde kalanları bize duyurmak için ona da bir bölüm ayırmıştır.

William Faulkner romanı altı haftada yazmış, Murat Belge onu Türkçe'ye çevirdiğinde 18 yaşındaymış, Bundren'ların Jefferson'a yolculukları dokuz gün sürüyor, ben ilk 70 sayfadan sonra başa döndüm, o yolu bir daha yürüdüm, romanı çok beğendim ve sanırım, bu roman kişilerine ara ara yine kulak vereceğim. Hasılı, ben Döşeğimde Ölürken' i severek okudum, başucuma koydum...
    

9 Ağustos 2012 Perşembe

PENCEREDEN BAKMAK

Bu yazının başlığı, yani üstte gördüğünüz fotoğrafta Aras’la yaptığımız şey, aynı zamanda Orhan Pamuk’un bir uzun öyküsünün adı. Bir çocuğun gözünden anlatılan bu öykü ilk önce Sabah gazetesinde yayımlanmıştı. Sonra yazar onu Öteki Renkler’e aldı. Dünyanın önde gelen romancıları arasında (Nobel'den önce de) gösterilen  Orhan Pamuk, sözünü ettiğim kitaba yazdığı giriş yazısında zaman zaman düzyazı yazmayı sevdiğini söylüyor. Bununla edebiyat, resim gibi sanat dallarıyla birlikte çeşitli aktüel konulardaki düşüncelerini aktardığı yazılar kadar,  bir öyküsü olmayan, içinde bir olay geçmeyen kısa yazıları da kastediyor. Bu tip yazılar yazmaya olan sevgisini açıklarken sıraladığı gerekçeler araında 'şeylerden doğrudan bahsetmek...' de var.  Gerçekten de, mesela yıllar önce Öküz dergisi için yazdığı yazılar –ki meraklısı onları Öteki Renker’de, benzerlerini de Manzaradan Parçalar’da bulabilir - salt anlatımdaki sadelikleri ve taşıdıkları edebi billurlukla okurda belli bir etki bırakıyorlar. Bir kaçının ismini yazarsam ne demek istediğimi anlatabilir miyim, bilmiyorum: Eşyalar Konuşurken Sizler Nasıl Uyuyorsunuz? / Martı Kıyıda Ölür / Daha Önceden Burada / Ormanda Dünya Kadar Eski / Rüya Kederlenice...

Benim burada en çok sevdiklerim kızı Rüya ile geçirdiği zamanları  -mesela onu okula götürüşünü ve birlikte denize girişlerini- anlattığı bölümlerdir. Yazarın dilinin doğallığı ve Rüya'nın babasına 'çocuk saffetiyle' sorduğu sorular bu doğrudan yazıları akıcı kılar. Bu bölümleri gülümseyerek okudum ve yıllar sonra benim de bir çocuğum olunca bu bölümlere öykünen metinler yazmaya çalıştım. Elmanın İçi’ndeki 'Baba Gerçek Bir Rüya Gördüm' başlığıyla Aras’ın gecesini anlattığım yazı, bu nevi bir yazıdır.

Öteki Renkler’in girişindeki yazısında edebiyatın kendisi için ne ifade ettiğini anlatırken 'Mutlu olabilmek için benim her gün bir parça edebiyatla uğraşmam gerektiği gibi...' diyor bir yerde, biz okurlar da bu zengin  metinlerin kaynağını böylece öğrenmiş oluyoruz. Burada yazar bize günlük hayatta bazen unuttuğumuz bir şeyi de hatırlatmış oluyor. Öyle ya, bunca koşuşturma içinde hepimizin 'her gün bir parça' bir şeylerle uğraşması gerekmiyor mu, mutlu olabilmek için?  

Yukarıda gördüğünüz fotoğraf, tabii ki, bir mizansen. Aslında Aras’la ben, o an bir yere ve bir kimseye bakmıyoruz. Sıklıkla yaptığımız bir şeyi yapıyoruz: Poz vermek! Aras benim talimatlarıma, yönlendirmelerime harfiyen uyuyor, bu işi bir oyun olarak telakki ettiğinden olacak fotoğraf makinesinin karşısında coştukça coşuyor. Makineyi o an elinde tutan ve deklanşöre basan Nilay, aynı talimat ve yönlendirmelerden Aras kadar memnun olmasa da bu oyuna katılıyor; çektiği fotoğraflardan birinin bir öyküyü hatırlatıp  -doğrudan- bir blog yazısına kaynaklık edeceğini bilmeden…

17 Temmuz 2012 Salı

TOPRAK VE ÖZGÜRLÜK


Parka gittiğinizde çocuğunuz kendi kendini sallamaya başladıysa eğer, ebeveynlikte yeni bir aşamaya geçmişsiniz demektir. İşin aslı, büyümekte olan bir çocuğunuz varsa yeni bir aşamaya geçmek günden güne değil her an yaşadığınız bir şeydir. Yürüme ve konuşmanın birer milat olduğunu hatırlatmak gereksiz; bunun yanında hayatın onlara sunduğu eğitim 'kesintisisizdir'  ve  'öğrenmek' bu yaştaki çocukların birinci işidir. Böylece geçen zamanla beraber o kadar çok şeyi ilk kez yaparlar ki anne babaların birinci işi de bu ilklerin zihinsel bir kaydını tutmak olur. Ve zaten anne baba olmak, bir anlamda, bütün bu ilklere ilk elden tanık olmak demektir.

Aras’la uğrak yerlerimizden biri kanal boyunca 32 Evlere giden yolun kenarında avuç içi kadar bir park. Bu küçük parkta iki salıncak, bir tahterevalli ve mahalledeki çocukların bazı parçalarını -nasıl yapıyorlarsa - arada bir söküp bir tür kayık olarak kullandığı bir kaydırak var. Burada Aras’a salıncakta kendini nasıl sallayabileceğini gösteriyorum. Bu ilk deneyim çok hoşuna gidiyor. Bir süre çaba gösteriyor. Fakat az sonra, henüz ‘randımanlı bir sallantıya’ ulaşamadığı için parka gidişlerimizde ondan en çok duyduğum cümleyi söylüyor. Küçük yerden gelin bir emir bu:  Baba hadi salla!

Onu bir süre salıncakta uçurduktan ve tahterevallide yükselttikten sonra ‘Tamam, Aras ben yoruldum, biraz oturacağım’ diyorum. O, kaydırakta ve kumların üstünde biraz ‘çocuk vakti’ geçirirken ben banka oturuyorum. Yanımda getirdiğim kitap, Rousseau’nun ‘Yalnız Gezerin Düşleri’. Şu cümle dikkatimi çekiyor.

            Özgürlüğün insanın canını istediğini yapması olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Bence özgürlük daha çok, insanın istemediği bir şeyi yapmamasıdır.

Özgürlüğün bu şekilde tanımlanması bana ilginç ve alışılmadık geliyor. 2012’nin 300.doğum yılı olması sebebiyle Fransa’da adına çeşitli etkinlikler düzenlenen J.J. Rousseau,  yaşamının sonlarında yazdığı bu kitabında dürüstlük, mutluluk, doğa sevgisi ve yalnızlık gibi konularda ‘geziniyor’ . Kitapta daha önce şu satırların altını çizmiş ve Twitter’da paylaşmıştım:

Mutsuzluk, kuşkusuz en büyük öğretmendir. Ancak bu öğretmen, dersini pek pahalıya satar ve yararı da ona ödenene değmez.

Aras az sonra yanıma geliyor
—Baba, yorulman bitti mi?
—Yani dinlendim mi, onu mu soruyorsun?
—Evet, dinlendin mi baba? Şu toprağa biz de çıkalım mı?

Arkamı dönüyorum. Orada, yarım kalmış bir inşaat alanı gibi görünen toprak bir tepe var. Parka gelirken çocukların orada oynadığını görmüştük. Az sonra biz de evlerin arasında  minik bir dağ gibi yükselen bu toprağın üstündeyiz. Bu tepeciğin üstünde çukurlar, yarısı toprağa gömülü taşlar var. Aras’ın elinden tutuyorum, bazen sırtından hafifçe itiyorum. Bir parkurda yürür gibi yürüyoruz. ‘Dora gibi keşif yapıyoruz baba’ diyor Aras, yerden taşlar ve toprak parçaları alarak mayıs yağmurlarının kenarda oluşturduğu su birikintilerine atıyor. Bu topraktan kale şehrin ortasında 4 yaşındaki bir çocuk için sıkı bir trekking deneyimi sunuyor. Sonra, o çömelmiş toprağın üzerinde ellerini gezdirirken ben birkaç adım uzaklaşıp onu yalnız bırakıyorum. Toprağa oturup onu izliyorum. Bir yandan sürekli kendi kendine konuşuyor. Taşlara dokunduğu, toprağı avucunda ufaladığı bu anda sanki maddi dünyadan kopuyor. Şu an başka hiçbir şeye ihtiyacı yok gibi. Burada bir fotoğrafını çekiyorum. Özgürlüğü tarif etmek için benim Rousseau'nunki gibi çarpıcı bir tanımım yok, ama çoğu zaman bir fotoğraf birşeyleri hakkıyla anlatmak için, eskilerin deyimiyle, yetişir


31 Mayıs 2012 Perşembe

Bir Zeki Demirkubuz Filmi ve Yeraltından Notlar'ı Okumak Üzerine Bazı Notlar

Yeraltından Notlar'ı uzun yıllar önce okumaya çalışmış, becerememiştim. Bir iki yıl önce Zeki Demirkubuz'un Ankara sokaklarında Dostoyevski'nin bu ünlü romanını günümüz Türkiyesine uyarladığı bir film çekmeye başladığını duyunca kitabı yine bir umut elime aldım. Bu sefer büyümüştüm ve artık en klasiğinden tüm kitapları su gibi okuyabilirdim! Nafile! Ertesi gün kitabı  raftaki yerine geri koyduğumda sadece ilk dört bölümünü okuyabilmiştim ve durumum, Woody Allen'in 'Olay Rusya'da geçiyor' esprisinden de kötüydü. Çünkü görebildiğim kadarıyla bu yerin altında herhangi bir olay geçmiyordu! Filmin çıkmasına yakın tarihlerde kitabı elinden düşürmeyen ve arada altını çizdiği yerleri bizimle paylaşmayı ihmal etmeyen Lütfiye, belki önce ikinci bölümü okursam konunun içine daha iyi girebileceğimi söyledi. İlk başta bunun bir faydasının olacağından emin olamadım ama gene de Lütfiye'nin tavsiyesine uydum. Sonuç: İkinci bölümü önce okuyunca ilk kısımlar da anlamlandı ve böylece sevdiğim kitaplara bir yenisi daha eklenmiş oldu.

Bence güçlü bir kitap siz başka işler yaparken de (kırmızı ışıkta beklerken, pazarda alışveriş yaparken, veya komşunuzla apartmanın sorunlarını konuşurken) karakterlerini veya hikayesini size düşündüren kitaptır. Edebiyatın en önemli özelliği, yine bence, başkalarının acısını ve sevincini -ama daha çok acısını- içimizde duyurmasıdır. Bu aynı zamanda insanın kendini tanımasının da bir yoludur. Zeki Demirkubuz'un  bir röportajında 'Her cümlesinden bir film olur' dediği ve yıllardır sinemaya aktarmak istediği Yeraltından Notlar'da yalnız, dışlanmıştan çok dünyayı dışlamış görünen ve kayıtsız bir acıyla yaşayan bir karakterin hikayesini okuruz. Demirkubuz işte bu acının filmini çekmiş. Atari salonunda Adu Cat oynayan adamı vur,vur! diye tempo tutarak seyreden ve gidip gidip camdan şehrin karanlığına bakan, sonra çaresizçe tekrar makinenin başına dönen Muharrem kendine nasıl bir hayat arıyor! Engin Günaydın çok başarılı ve onun yerine herhalde başkası olmazdı, dedirtiyor. Başlardaki dolmuşta geçen müzikal sahne sizi filmin içine alıveriyor. Aynı zamanda filmin senaristi olan yönetmen, kitabın en etkili yerlerinden olan yemek sahnesine de özel önem vermiş ve oraya aynı oranda sahici konuşmalar koymuş. Ne var ki bu serbest uyarlamada Demirkubuz, kitaptaki 'Öfke bile duyamıyorum!' diyen kahramanın yerine / karşısına, mesela komşusuna kızdığında  -ayakları çok yere basmasa da- bir cinayet planı yapabilen birini koymayı tercih etmiş.  

Dostoyevski'nin kahramanı 'Düşüncelerle herşeyi açıklamak ne mümkün' der; biz de filmi izlerken Muharrem'i düşüncelerimizle değil hislerimizle anlarız. Kitapta kahramanımız hergün köprü üstünde bir subayla karşılaşır.  Üstüne üstüne yürüdüğü için her defasında yol verdiği bu kibirli subayın kendi üzerinde atomize bir iktidar kurduğunu düşünen kahraman ona kafayı takar. Ve karar verir : İntikamı, günler öncesinden planlar yapıp bir sonraki karşılaşmalarında subayı  görünce ne olursa olsun yana kaymamak ve onu yol vermeye zorlamak şeklinde olacaktır! Sadece güçlü politik iktidarlara değil bu tip atomize iktidar kurma çabalarına her Allah'ın günü (kırmızı ışıkta beklerken, pazarda alışveriş yaparken, komşusuyla apartmanının sorunlarını konuşurken) muhatap olan günümüz insanı da çareyi başkalarına da aynı şekilde davranmakta bulmakta değil midir?

Kendi payıma, kitapta bence en üstüne düşülesi argüman olan  'Kolay elde edilmiş mutluluk mu, yoksa insanı yücelten acı mı daha iyidir' sorusunun filmde daha çok işlenmesini isterdim. Bu sorunun cevabından çok insana bu soruyu sorduran koşullar üstünde duran bir film bize çok şey anlatabilir. Belki de Demirkubuz'un dediği gibi kitabın bu cümlesi / sorusu tamamen başka bir filme 'gider.' 

Benim asıl Demirkubuz filmim Kader'dir. Onu Masumiyet'ten de çok severim. Orada Bekir'in hastalıklı aşkı acı ve yakıcıdır. Vildan Atasever'in oynadığı Uğur karakteri filme havalı ve yüksekten başlar. Bu karakterin film boyunca yaşadığı 'düşüş' çok sıkı bir sinema becerisidir. Bekir'in bir sabah otobüste boynunda Beşiktaş atkısıyla uyanması ve muavinin 'Abi Kars'a geldik' demesi üzerine şaşkın şaşkın etrafa bakınması, günümüz gençlerinin deyimiyle, on numaradır. Eğer Demirkubuz sinemasıyla henüz tanışmadıysanız, bu yazıda adı geçen filmleri, yazıda adlarının geçtiği sırayı  tersten izleyerek izleyin, derim. Eğer Hollywood' un dayattığı klişelerden sıkıldıysanız bu filmleri seveceksiniz.    

Bu yazının sonuna da bir şiir yerine bir soru / çağrı koyalım 'uyarına gelirse':  Zeki Bey, sizce bir film de Masumiyet'in tam bittiği yerde, Yusuf' ve Çilem'in sonraki hikayesinde saklı olamaz mı? Ne de olsa, dış dünyaya uyum sağlayamayacağı için kalan ömrüne hapiste devam etmek isteyen Yusuf da bir Yeraltı karakteri sayılamaz mı?   




6 Mayıs 2012 Pazar

BÜYÜKADA’DA ZAMAN

Tezer Özlü, Kafka ve Pavese gibi kendisini etkileyen iki yazarın izini Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde sürerken hissettiklerini Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta anlatır. Yazar gezi boyunca bu iki önemli edebiyatçının geçtiği yollardan geçer, onların kaldığı otellerde kalır. Tahmin edileceği ve bir edebiyatçıdan tam da bekleneceği gibi, kitaba ismini veren yolculuk aslında bir şehre, bir yere olmaktan çok anlatıcının içine ve kendi duygu dünyasına doğru yapılan bir yolculuktur. Tezer Özlü bu geziler esnasındaki acısını kâğıda dökerken genellikle şimdiki zaman kipini kullanır ve okuyucuyu da kendi hızına ve yavaşlığına ortak eder. Ben de şimdi bu yazıda birkaç hafta önce yaptığımız Büyükada gezisinden hoşuma giden birkaç saati, vitesi şimdiki zamana takarak, yeniden düşüneceğim:

'Mutluluk' adında bir kısa film. Ada’ya ayak bastığımızda küçük çapta bir şok yaşıyoruz. İnsanın çoğu zaman seyahate ‘kalabalığa karışmak’ için çıktığını biliyorum, ama yok, bu kadarı benim için fazla! Sahilde vapurdan yeni inenlerle birlikte adadaki kalabalık Bodrum barlar sokağındaki bir gecedekinden farksız. Ertesi gün Mehveş Evin’in bir tweet’inden onun da aynı vapurlarda olduğunu öğreniyorum: ‘Bir daha bayramda Ada vapuruna binen mimoza olsun’, diyor. Bu benim Büyükada’ya ilk gelişim, kalabalıktan dolayı şaşkınım ama memnunum. Otele eşyamızı koyduktan sonra dönüyoruz, şöyle bir keşif niyetine yürüyoruz iç kısımlara doğru. Dondurma alıp insanların arasına karışıyoruz. Aras bir an duraklıyor, çikolatalı çilekli dondurmasını daha rahat yemek için bir kaldırıma çöküveriyor. Biz de başında bekliyoruz. O an Nilay aklında oluşan bir kısa film senaryosunu kısaca anlatıyor. Bu kısa filmde kamera önce biraz yukarıdan, bu kalabalığın üstünde dolaşıyor, şakalaşan adamların ve kafalarında adanın simgesi olduğunu düşündüğüm yapma çiçeklerle (mimoza?) bezeli şirin taçlar taşıyan genç kızların yüzlerinden geçiyor. Sonra, kaldırımda oturmuş üç dört yaşlarında bir çocuğu fark edip hızlı bir hareketle geri dönüyor kameramız ve dondurmasını adeta bir görev bilinciyle ve neredeyse yüzünün yarısına bulaştırarak yiyen bu kıvırcık saçlı ufaklıkta bir süre bekliyor. Yoldan geçenlerin çocuğa bakıp güldüklerini görüyoruz.      

Tırtıl Tozları: Bizi dolaştıran faytoncu İranlı turistleri sevmiyor. ‘Bizim ölümüz bunların dirisinden iyi diyor bana’; ne demek istediğini anlamaya çalışıyorum. Onlardan ücreti peşin almayı yeğliyor. Aras en çok da bu fayton turundan hoşlanıyor. Ama o ve annesi, tur bitince vücutlarında havadaki tırtıl tozlarından dolayı olduğu söylenen amansız bir kaşıntının başlayacağını ve az sonra soluğu eczanede alacağımızı henüz bilmiyorlar! Eczacı bu duruma alışık; bize gerekli açıklamaları yapıyor. Az sonra yemek yerken bir çocuk beliriyor masamızda, ailesiyle bir masanın boşalmasını bekliyor. ‘Buraya Türkler mi gelir yabancılar mı en çok? diye soruyor bana. Kırk yıllık Adalı gibi cevap veriyorum: Genelde Türkler gelir ama bu yıl çok sayıda İranlı var.

Gecede Yalnız: ‘Kalkalım artık üşüdük’ diyor, Nilay. ‘Gene çıkarız olmazsa.’ ‘Sadece iki çay içtim’ diyorum. Otele dönünce inmek istemiyorlar tekrar. Ben çıkıyorum ve Ada’nın gecesine doğru yavaşça ilerliyorum. Ertesi sabah fotoğraf çekebileceğim sokaklara bakıyorum. Taraklı’ ya gittiğimizde ‘kendi şehrimde turist gibi hissetmek’ diye düşünmüştüm, burada da kendi ülkemde başka bir ülkeye gelmiş gibiyim. Sokağın başından yukarı doğru ağır ağır çıkan bir aile görüyorum. Dokuz on yaşlarındaki çocukları onlardan birkaç adım geride bir binanın önünde durmuş, kapının üstündeki yazıyı okumaya çalışıyor loş ışıkta. ‘…Ermeni Kilisesi’ diye okuyor yüksek sesle. Annesi de ‘Tamam, Ermeni olduğunu anladık gerisi önemli değil’ diyor. Kadının ne demek istemiş olabileceğini anlamaya çalışıyorum. Binaların arasından sahili görüyorum, vapurlar ışıklanmış. Henüz çarşıya gelmemişken telefonum çalıyor; çikolata ve cips sipariş ediliyor. İlk önüme çıkan marketten söylenenleri alıp götürüyorum. Alışverişimi yaparken gözüme tezgâhın üstünde içinde ince ve davetkâr purolar olan bir kutu görüyorum. Ve o an üçüncü çayımı nerde içsem diye düşünmeye başlıyorum.

Akşam olunca Adadaki kalabalık katlanılabilir hale geliyor. Fayton gezisinden sonra Nilay’la Aras’ın sürekli kaşındıkları için çaya doymadan kalktığımız çay bahçesine gidiyorum tekrar. Burada gece vakti kalabalığın içinde yalnız kalabiliyorsunuz ve şimdi vapurlar ışıklı halleriyle daha görkemli görünüyorlar. Çayımı bitirince sahil boyunca biraz dolaşmaya karar veriyorum. Sağlı sollu restoranların arasından geçerek yavaşça yürüyorum. Masalar, balık ve rakı keyfi yapan ve mutlu -görünen- insanlarla dolu. Bu tip yerlere bazı insanların para harcamak, bazı insanların da para kazanmak için geldiğini yeniden düşünüyorum. Lokantaların bittiği ve müzik seslerinin azaldığı yerde karanlık kumlar ve kayalıklar başlıyor. Buralarda çiftler var, kayalıklara oturmuş ‘aynı sessiz geceye doğru’ bakıyorlar. Denizi ve şehrin ışıklı siluetini seyrediyorlar. İstanbul, buradan bu saatte bakınca hiç de karmaşık ve gürültülü bir şehir gibi gelmiyor insana.  

Ve Gecenin Sürprizi: Zaman ilerliyor ve canım bir şeyler yemek istiyor. Bir üst sokakta ne yiyebileceğimi düşünerek dolaşıyorum, sonra bir yere çöküyorum. Az sonra önümden Hasan Bülent Kahraman geçiyor. Bir an şaşırıyorum. Onu Büyükada’da görmeyi beklemiyordum, diyorum kendime. Sonra bu düşünceme gülüyorum. Elbette benim Hasan Bülent Kahraman'ı, o Londra’da bir sergi açılışında notlar alırken veya bir New York uçağında adını hiç duymadığım bir dergiye yazısını yetiştirmek için bilgisayarında harıl harıl çalışırken görecek halim yok! Yanındaki bayanla caddede birkaç kez gidip geliyorlar. İkinci geçişlerinde sesini de duyuyorum ve emin oluyorum. Bir kafeye girene kadar arkalarından bir ‘celebrity’ye bakar gibi bakıyorum. Az sonra yavaş adımlarla otele dönüyorum, geceyi sadece yaşamadım, içime çektim onu ve bundan ziyadesiyle memnunum. Sokaklar daha da boşalmış. Eski evlerin, asırlık kiliselerin, bir zamanların görkemli köşkleri olan metruk yapıların ve şimdi sağlık ocağı olarak kullanılan eski bir ahşap konağın önünden geçiyorum. İlber Ortaylı ile yapılan nehir söyleşi kitabının adı geliyor aklıma: Zaman Kaybolmaz. Bu söz sanki Büyükada’da daha çok doğru, diye düşünüyorum.

18 Nisan 2012 Çarşamba

BELKİ ŞEHRE BİR D&R GELİR


Böyle bir başlık belki bundan çok önce yazdığım bir yazıya uyabilirdi. Ama o zamanlar benim bir blogum yoktu ve Nurdan büyük ihtimalle o maili henüz atmamıştı. Hangi maili mi? Anlatayım:

Adapazarı’nda depremden önce bir D&R mağazası vardı (bakalım depremler daha kaç şehir için milat olmaya devam edecek?) Sonra, depremden sonra yani, şehir hayaletleşti ve hayat grileşti. Donuk, nefes alan ama yaşamayan bir yer oldu burası. Okullar ikinci dönem başlatıldı. O yıl üniversiteyi kazanan kuzenim Güven'in, depremin hayatımızda açtığı fay hatları üzerine dertleşirken 'Şöyle bir gözlerimi kapasam, açsam, üç yıl geçmiş olsa' demesi hala aklımda. O yıl pek çok insan ve pek çok mekân gibi D&R da şehre veda etti. Bunu o zamanlar önemsemedik, zira rafları sanat, bilim ve edebiyat kitaplarıyla dolu bir mağaza o zamanlar ihtiyaç duyduğumuz en temel şeyler arasında değildi (aslında öyle mi olması gerekirdi, bu tamamen ayrı bir konu!). Şehir kışları çamur içindeydi, yazları da toz. Kitapseverler, kitaplar arasında zaman geçirmek isteyenler bazı kırtasiye dükkânlarındaki birkaç rafla yetinmek zorundaydı. Sonra efendim, işler normale dönmeye, şehir depremin izlerini silmeye başladı (fakat orta hasarlı binalarla ilgili ciddi kararlar ancak geçen kışın başında alındı, bu da tamamen ayrı bir konu!). Adapazarı’nda güneş açmaya başlamıştı, gidenlerden bazıları geri döndü. Bir gün Bosna caddesinden arabayla giderken yol kenarına sırayla dikilmiş ağaçları görünce çok şaşırdığımı ve sevindiğimi gayet net hatırlıyorum.

Bunlar tabii çok eskidendi! Aradan geçen zaman şehre yeni mekânlar kazandırdı. Fakat bir kitap ve müzik mağazasının eksikliği uzun süre giderilmedi. Nurdan da oturup D&R'a bir mail atmış ‘Neden Adapazarı’nda yoksunuz? Hem artık sizin konsepte uygun alışveriş merkezleri de var burada’ demiş. Gelen cevap ‘talebinizi yetkili yere ileteceğiz olmuş’ Sonra efendim, o ‘yetkili yer’ de bir mail atmış ve ‘Ekim sonu mağazamızı açıyoruz demiş’. Bu, okulda aramızda bir espri konusuna dönüştü sonra; hepimiz Nurdan’ın ‘maille ikna etme gücüne’ ikna olmuştuk!

Ve sonra şehre o film geldi:  İstanbul ve Denizli’deki muadillerine kıyasla küçük bir mağaza buradaki. Fakat aradığımı hep buldum şu ana dek. İnternetten kitap alanları anlıyorum, zaman zaman ben de bunu yapıyorum. Fakat kitaplar arasında zaman geçirmek istiyorsanız, bir kitap almadan önce başka başka kitaplara da dokunmak hoşunuza gidiyorsa, bunu bir bilgisayar ekranının önünde yapamayacağınızı bilirsiniz. Ve bilirsiniz ki bazen bir kitaba diğer kitaplardan vazgeçerek ulaşırız. (zaten hayatta da böyle yapmıyor muyuz, ayrı konu). Benim için bu tip yerler ‘bir kitap alıp çıkacağım’ mekânları değildir. Buralarda enikonu vakit geçirmek hoşuma gider. Rafların önünde durup uzun uzun kitaplara bakmayı severim. Onlardan birini çekip arka kapağındaki yazıyı hızlıca okumayı severim. Almayı düşünmediğim kitapları da o raflarda görmeyi severim. Ve en çok da uzun bir süredir okumayı istediğim bir kitabı alma niyetiyle mağazaya girip tamamen farklı bir kitapla çıkmayı severim.

Tabii şimdi ‘elmanın içi’nden de bahsetmeden olmaz. Bazen Aras’la gidiyoruz D&R’a. Çocuk kitaplarının olduğu yeri biliyor ve beni oraya doğru çekiştiriyor. Onu burada görmek güzel, ama sanırım Aras, kuşağının diğer çocukları gibi,  bir digital native  olacak. Pelin’in çalıştığı makalelerden öğrendiğime göre bu terim ekrandan okumak konusunda sıkıntı çekmeyecek ve belki de kâğıda ihtiyaç duymayacak gelecek nesilleri kastediyor. Şimdi pek çok öğrencim ekranla zaten barışık, ama öyle görünüyor ki bundan sonra çocuklar tamamen digital bir dünyaya gözlerini açacaklar. Bu makalelere göre ben bir digital immigrant’ım. Ekranda en fazla bir iki sayfa okuyabiliyorum; dijital dünyada bir göçmenim.


Woody Allen’ın zaten birer marka olan Barcelona, Londra ve Paris’te çektiği filmlerin bu şehirlerin tanıtımına yaptığı katkıyı konuşuyoruz okulda. Bunların arasında benim favorim Matchpoint’tir ve burada Allen şans temasını işlerken Londra’yı bir tablo gibi sunar önümüze.  İçimizden birisi ‘Gelip bir film de İstanbul’da çekse, İstanbul hepsinden güzel diyor. Bu dileğe ve ardından gelen görüşe hepimiz katılıyoruz. Nurdan fırsatı kaçırmıyor ‘Durun bakalım’ diyor ‘Ben bir mail atayım bakayım Woody’ye!’   

1 Nisan 2012 Pazar

YAĞMUR YAĞDI İÇİM TEMİZLENDİ

Başlık Bülent Ortaçgil'in Bahar Türküsü adlı şarkısından. Bu kış kara doyduk ve işte nisan ayı, yağmurlarıyla geldi yine. Yağan yağmur Ortaçgil'in bu şarkısının bir şiir güzelliğindeki sözlerini dilimin ucuna getiriveriyor hemen. Sadece birkaç yıldır burada olanların bunu garipsediklerini görüyorum, ama aslında Adapazarı hep bir yağmur şehri olmuştur. Kış boyu süren ve belki Temmuz'a kadar belli aralıklarla devam eden yağmurlar başka şehirlerden gelmiş olanları nasıl da şaşırtırdı! Fakat bu durum bir süredir değişmişti, yağmursuz ve şaşkındık. Merak ettik sorduk: Küresel olarak ısındığımızı söylediler bize!

Birkaç yıl önce bir nisan akşamüstünü hatırlıyorum. Büyük bölümü şaşırtıcı derecede kuru geçen uzun bir kıştan sonra sessiz bir yağmurun başladığını görünce sevinçle dışarı çıkmıştık. Bulutlar ortalığı karartamayacak kadar uzaktaydılar. Güneşi görüyorduk ama hissetmiyorduk. Bahçede usul usul yağan yağmurun altında bir süre öylece durduk. Dünya, ya da bizim bahçemizdeki dünya, o an gümüş grisi bir renk almıştı ve tüm kuraklık ve felaket haberlerinin arasında bizi neşeli ve iyimser yapmıştı. Sanki doğal felaketlerle ilgili bir sürü yapay habere karşı bir koruma kalkanı altındaydık.

Ortaçgil'in şarkılarını (haklı olarak) çok yavaş bulan ve bu şarkıların kan şekerlerini düşürdüğünü (biraz abartarak) iddia edenler için, Bahar Türküsü'nün, müziğini olmasa da, sözlerini buraya alalım:


                                       Bahar geldi, kendimi seçtim
                                       Kuşlar uçtu, kendimi aştım

                                       Seni ben yanımda bulunca
                                       Değiştim güzelleştim
                                       Söz etsen, yüzüm gülse
                                       Gel desen

                                       Yağmur yağdı, içim temizlendi
                                       Toprak koktu, içim renklendi

                                      Seni ben yanımda bulunca
                                      Herşeyim çiçeklendi
                                      Ses etsen yüzüm gülse
                                      Gel desen

'Bir şiir güzelliğindeki sözleri'  derken yanılmış mıyım? Zaten Ortaçgil de bir başka şarkısında 'Şarkılar bir şiirdir çoğu zaman' diyor (Şarkılarım Senindir), muhtemelen en çok da kendi eserlerini kastederek:

                                    Özenle seçilmiş sözcükler
                                    Yüzlerce aday arasından
                                    Sıkıştırılmış bir tuğla gibi
                                    Artık ayıramazsın birbirinden
                                    Şarkılar bir şiirdir çoğu zaman
                                    Ben bir şairim işte o zaman
                               
Bu bence şiir için nefis bir tarif. Aynı şarkıda şu da geçiyor: 'Şarkılar bir renktir çoğu zaman / Ben bir  ressamım işte o zaman''.  Hemingway de yazmanın verdiği zevk için 'sözcüklerle boyamak' (paint in words) dermis. Öyle ya, hep bilinir, yazmak, resim çizmek gibidir. Güzel bir yazı, gözümüzün önüne bir tablo,  bir olay  veya bir portre getirir çoğu zaman. Biz de bugün,  madem ki konumuz yağmur, şöyle birşeyler çizelim o zaman:

Çok eski zamanlarda kırda bir kulübe hatırlıyorum. Bu kulübe, pamuktan bir ovanın tam ortasındaydı. Buraya sonbaharda, vefalı bir dostun düzenli ziyaretlerine benzer bir şekilde, pazar günleri mutlaka yağmur yağardı. Kulübenin içindeki iki kişi sessiz bir müziğe eşlik ederek dans ederdi. Böyle zamanlarda yağmur, güzel ve hafif bir koku getirirdi kulübenin içine ve bu koku, dansın devamını sağlayan, plağı döndüren yaşam kokusuna karışırdı. Yağmur, tıpkı dünyanın ilk günündeki gibi, çok güzeldi! Pencereden uzak tepelerdeki yalnız ağaçlar görünürdü. Bu ağaçlar, yılın bu mevsiminde tüm yapraklarını dökmüş olurdu ve bu da onların kış uykusuydu. Ve işte baharla birlikte onların da içleri temizlenecek ve renklenecekti.    

19 Mart 2012 Pazartesi

ARAS'IN OYUNU

Dünya edebiyatının en çok bilinen kahramanı Don Kişot ve sadık seyisi Sancho Panza’nın maceralarını bu kış nihayet okudum. Miguel Cervantesin 17. yüzyılda yarattığı bu kahramanın öyküsü, çocuklar için sadeleştirilmiş versiyonları, okul piyesleri ve ‘yel değirmenlerine karşı savaş’ şeklindeki ünlü göndermesiyle güncelliğini hep koruyor. En son başbakan ana muhalefet liderine çatarken  ‘Don Kişot’un bile hayal dünyası bu kadar geniş değildi', diyordu. Ve böylece, evlerimizde ve en uzak kahvehanelerimizde Mancha’lı gezgin şövalye Don Kişot’un namı bir kez daha yürüyordu!

Hikayeyi bilirsiniz: Okuduğu şövalye kitaplarından etkilenip bir savaşçı olmaya karan veren asilzade Keseda, ismini Don Kişot yaparak atı Rocinante’yle yola çıkar. Bir adaya vali yapma sözü verdiği seyisi Sancho Panza ağır aksak karakaçanıyla ona eşlik eder. Don Kişot'un amacı mazlumlara, zorda kalmışlara yardım etmek ve zorbalara günlerini göstermektir. Ne var ki, çoğu maceranın sonunda zorda kalanlar bizzat kendileri olur!  Don Kişot bir koyun sürüsünü yüz bin kişilik bir ordu sanır, yolda kaldıkları hanı bir saray, hancıyı bir kral yerine koyar ve çattığı adamlar tarafından bir parça hırpalandığında bunu da kendisine düşman büyücülerin gücüne yorar.

Çocuklar ve Oyunlar

Bir çocukla bir süre oyun oynadıysanız siz de Don Kişot’la tanışmış sayılırsınız. Çocukların hayal gücünün zenginliği konusunda çok şey yazılmış, çok şey söylenmiştir. Evde benim çocukluğumdan kalma bir yap-boz tabletimiz var. Taşları aşağı yukarı kaydırarak bir Mickey Mouse resmini tamamlıyorsunuz. Aras, henüz işin bu kısmını beceremediği için tabletin arkasını çevirir ve ‘Bu benim IPAD’im’ der! Üç yaşında bir çocukla oyun oynamak kolay değildir, çünkü bu çocuk her üç dakikada bir mevcut oyundan sıkılır ve ‘baba, şunu şunu oynayalım mı?’ gibi yeni bir teklif sunar. Oyunlarına garip isimler koyması işin eğlenceli yanlarından biridir: Biraz daha küçükken evin içinde topun peşinden koşturup ona çalım üstüne çalım attığımda bu koşturma çok hoşuna gider, ertesi gün kısaca ‘top oynayalım mı?’ demek yerine, ‘Baba hani sen yakalıyosun ya, ben yakalayamıyoyum ya, ondan oynayalım mı?’ derdi.  


''Bir yemeğe tat veren en güzel salça, açlıktır''

Kitaba dönersek: Don Kişot’un aslında kim olduğu, Sancho Panza'nın gerçekte  neyi temsil ettiği konusunda da çok şey yazılmış, çok şey söylenmiştir. Cemil Meriç onun için ‘Tek hürmet ettiğim adamdır,’ der, Nazım Hikmet bir mektubunda uzun uzun romanın sınıfsal analizini yapar. 'Son aldığımız bir tweet'a göre' de William Faulkner Don Kişot’u her yıl bir kez okurmuş. Benim için kitabın en güzel kısımları Sancho Panza’yla Don Kişot’un yolda giderken keyifle atıştıkları, tatlı tatlı sohbet ettikleri yerlerdir. Sancho olaylara düz bakar, halk sağduyusunu ve gerçekçiliğini temsil eder. Konuşmaya ve bol bol başlıktaki gibi atasözleri kullanmaya bayılır. Don Kişot ise bir ideali olan adamdır, hayalcidir ve belki de bu, dünyamız için daha çok gereklidir. Bu konuşmalarda yaşam, sadakat, kahramanlık üzerine güzel söylevler çeker Don Kişot. Sancho Panza bu kadar aklı başında bir kişinin nasıl olup da iş gezginci şövalyeliğe geldiğinde ( gerçi böyle bir kategori olduğundan bile emin değildir Sancho Panza) aklını yitirmiş bir çılgına dönüştüğünü hiç anlayamaz. Ne var ki, sonlara doğru o da kendini bu dünyaya kaptıracak ve efendisinden aşağı kalmayacaktır.

Evdeki Yeldeğirmenleri

Cuma akşamları eve geldiğimde Aras, ona Taraklı’dan aldığımız kılıcıyla beni kapıda karşılar ve ertesi günün tatil olduğunu, dolayısıyla geç saatlere kadar oyun oynayabileceğimizi müjdeler. Bu yaştaki bir çocuğun tatil/ tatil olmayan gün ayrımı yapmak zorunda olması başka bir trajikomik yazının konusudur, diyelim ve biraz soyunup dökündükten sonra salona geçelim. Burda başıma gelecekler aşağı yukarı  bellidir. Aras'ın yönlendirmesine göre sırayla şu 'aktiviteleri' yaparız:  1-Boks yapma (o gün ıspanak 'bile' yediği için ne kadar güçlü olduğunu gösterme arzusu), 2- At binme (atım, acıktın mı atım? ) ve 3-Araba sürme (tüm zamanların favorisi, tek geçeriz). Sonra ben ona derim ki ‘Hadi ben Don Kişot olayım, sen de Sancho Panza ol.’ Adı geçen kişilerin kim olduğunu hatırlamak için bir an gözlerini kısarak bakar ve sonra ne olursa olsun gibisinden ‘Ee, tamam’, der. Az sonra aramızda aşağı yukarı şöyle bir konuşma geçer:

—Haydi Sancho,şurada bir koru görüyorum.Gidip ‘otların üstünde yıldızların altında’ güzel bir  uyku çekelim  kendimize.
— Tamam. Sabah olunca da askeyley motoylayıyla gelsinler, bizi bulsunlar, oluy mu?
—Motor mu? Ne diyorsun sen Sancho? Yaşadığımız yüzyılda motor yok!
—Eee, peki tamam!
—Motor daha icat edilmedi. Tüfek bile icat edilmedi. O yüzden sende kılıç var.
—Eee, peki tamam!
—Ama tamam diyorsun, gelip uyumuyosun. Yarın yeni maceralar için enerjiye ihtiyacımız olacak
—Geliyoyum, geliyoyum. Şu IPAD’imi bi koyuyim de.

16 Şubat 2012 Perşembe

BÜTÜN MUTLU AİLELER

İlköğretim 4.sınıf öğrencisi Fatih bir ders çıkışında öğretmenine yaklaştı ve ona, biraz da sıkılarak, okulun Rehberlik Öğretmeni ile görüşmek istediğini söyledi. Fatih'in sınıf öğretmeni bir süredir onun derslerde çok dalgın  olduğunun ve ödevlerini aksattığının farkındaydı ve birkaç gün önce Fatih'e bu durumu sorduğunda şu cevabı almıştı: Öğretmenim, ben sizi dinliyorum aslında, ama aklım hep babamda.   

O gün sınıf öğretmeni ilk fırsatta Fatih'in bu talebini Rehberlik Öğretmenine iletti. Nasıl  yani?, oldu ilk tepkisi Rehberlik Öğretmeninin: Bir öğrenci kendisi böyle bir görüşme talep etsin, ilk defa oluyor bu. Ertesi gün 'görüşme' gerçekleşti ve yarım saat kadar sürdü. Fatih bu sürenin neredeyse tamamında babasından bahsetti. Birkaç hafta sonra birinci yarıyıl bittiğinde ve artık Van'da okullar tekrar açıldığında, anneleri, Fatih ve ablası Merve' nin kayıtlarını depremden sonra geldikleri okullarından aldı ve hep birlikte  polis babalarının görev yaptığı yere, Van'a, asıl okullarına döndüler. 

Fatih'in babası, çocukluk arkadaşım Yücel'le geçenlerde konuştum. Ailenin tekrar biraraya gelmesinden memnun. Yazın, depremden çok önce, ama ortam bölgenin doğası gereği  yine çok sıcakken Fatih'in geceleri  o eve gelmeden uyumadığını, hep bir endişe içinde olduğunu anlatmıştı. Bu kez aradığımda 'Şimdi çadırdan çıkıyorum, eve gidiyordum', dedi Yücel. İş ve okul saatleri dışında gündüzlerin çoğunu evde geçiriyorlamış. 'Yemeklerimizi orada yiyoruz, duşumuzu alıyoruz, herşeyimiz evde', diyor Yücel. Ama akşam olurken, hava kararmak üzereyken bir tedirginlik başlıyormuş ( ikinci deprem akşamın ilk saatlerinde olmuştu). Öyle görünüyor ki , orada ev, gündüz saatlerinin iyi kötü geçirilebildiği bir yer, ama insanlara uyku, huzurlu  ve uzun bir uyku vadetmekten çok uzak. Üşümüyor musunuz çadırda? diyorum. Televizyonda duyduğum ve iki yazı önce de bahsettiğim 'henüz çadırlardan konteynırlara geçemeyenler' ifadesini hatırlıyorum. 'Yok ısıtıcı var, üşümüyoruz' diyor. Akşam yemeğini yer yemez Merve ve Fatih kitaplarını, ödevlerini alıp 'hadi çadıra' diyorlarmış.  Siz de burada bir sevinç duygusu hissetmiyor musunuz? Hayat devam etmektedir, çadırın içinde akşam geceye doğru evrilirken aile yine biraradır. Bir kış akşamını daha sanki evlerinin sıcak salonunda geçirmektedirler. Bu fotoğraf Anna Karenina'nın ünlü ilk cümlesini doğrular:  'Mutlu aileler birbirine benzer'. Gerçekten de, birarada olmak mutlu olmak için ilk sebeptir çoğu zaman.

Kar yağdığında bizim buradaki tek endişemiz arabamızın  sileceklerini kaldırıp kaldırmadığımızken, orada, ülkenin en doğusunda  aileler yılın en soğuk gecelerini  çadırlarda geçiriyorlar, çocuklar ödevlerini ısıtıcıların dibinde yapıyorlar. Telefonu kapatırken Yücel'e uzakta ve sıcakta olan birinin söyleyebileceği tek şeyi söylüyorum. 'Önümüz bahar, sıkın dişinizi biraz daha' diyorum. 'Sıkacağız artık', diyor Yücel 'Başka çare yok!'       

      

31 Ocak 2012 Salı

HER ESARETİN BİR BEDELİ

Haşmet Babaoğlu'lunun umut konusunu işlediği yazısından Kafa Dengi'nde Selahattin Yusuf'un hatırlatmasıyla haberdar oldum. Yazının başlığını (Fotoğrafta İyi Çıkmak ) internette dolaşırken görmüştüm (ve ne yazık ki çoğu 'dolaşmada' olduğu gibi sadece 'görmüştüm'). Bu yazıda yazar, modern insanın umudu Tanrı inancından koparıp ayırdığını,  bu yüzden de (ve başka türlü olması beklenemeyecek bir şekilde) dünyada umutsuzluk ve çaresizliğin hızla yayıldığını iddia ediyor ve 'artık umut demek; insanın  kendisine ve topluma olan güveni demek' diyordu. 

Umudu tüm diğer inaçlardan ayırıp kopartan modern insanla kimlerin, kaç kişinin, hangi toplumsal sınıfın kastedildiği tartışması bir yana, günümüz insanının (eğer varsa) topluma olan güveni konusu da hayli su götürür bir mesele gibi duruyor. En azından benim izlenimim, iş başvurusunu yapmış bekleyen delikanlıda , hastanede annesinin başında refakatçi olarak bekleyen genç kadında ve  maaşının bu dönem olmazsa bir sonrakinde yükselmesini bekleyen emeklide umudun sarsılmaz bir inanca hep eşlik ettiği yönünde. Bence insan,doğası gereği, umudu sadece kendine ve çevresine bağlayamaz, bunun adı umut olmaz o zaman. Doğaüstü ne varsa inandığı, ona eklemler umudunu.

Umut konusunda en çarpıcı dialoglardan biri, bir çok insanın -haklı olarak- en çok sevdiği film olan Shawshank Redemption'ta geçer. Bu film halen IMDB listesinde bir numarada ve bazı öğrencilerimin bu filmi beş-altı kez izlediğini biliyorum. Ben filmi üç kez, şu anlatmak üzere olduğum sahneyi de, Youtube sayesinde, çok kez izledim:  

Andy Dufresne (Tim Robins) cezasından dolayı hücrede geçirdiği bir haftanın ardından hapishanenin yemekhanesinde 'bir öğle yemeği neşesi için' arkadaşlarına katılır. Onun bu cezayı almasına sebep olan olay, görevli lavabodayken bir yolunu bulup hapishane hoparlöründen tüm avluya Figaro'nun Düğünü'nü çalmasıdır. (Aslında bu bölüm filmde en sevdiğimiz sahnedir ama burada anlatmak pek mümkün değil, lütfen izleyin).

Yemek sırasında arkadaşları 'Hoşgeldin', derler Andy'ye. 'Nasıl geçti zaman hücrede?'
-Müziğe orada devam ettim. Mozart eşlik etti bana, der Andy Dufresne.
-Nasıl yani, orada plak çalmana izin mi verdiler? diye sorar biri saf saf. Andy bir an durup işaret  parmağıyla kafasını ve sonra kalbini gösterir.
-Burda ve burda, der. Müziğin güzelliği bu zaten, onu senden asla alamazlar.
Diğer adamımız Red (Morgan Freeman) Andy'nin karşı çaprazında oturmaktadır, tüm karizmasıyla söze girer:
- Bir ara mızıka çalmıştım, der hapishanenin duvarlarına bakıp. Ama burada pek bir anlamı yok. 
-Sen ne diyorsun?, diye çıkışır Andy. Asıl burada anlamlı en çok. Dünyanın duvarlardan ibaret olmadığını anlatır bize. 
Red biraz sinirlenir:
- Sen neden bahsediyorsun ( What are you talkin' about?)
-Umut, der Andy gayet sakin bir şekilde.
-Umut, diye tekrarlar Red, kızmıştır, elindeki kaşığı Andy'ye doğru sallar ve 'Sana bir şey söyleyeyim dostum' der.  'Bak .. Umut tehlikeki bir şeydir...Umut insanı delirtebilir.. Bu fikre alışsan iyi edersin...'
Ve elindeki kaşığı tabağa fırlatır, sonra kalkıp gider...

Red'in gerçekte bu düşüncede olmadığını, özgürlüğünü elde etmek için, her yıl kurulun karşısına çıktığında -bir umut- 'ben artık iyi biriyim' demesinden anlıyoruz. Stephen King'in bir hikayesinden uyarlanan ve Esaretin Bedeli ismiyle televizyonlarda da sık sık gösterilen filmin ana izleğidir umut. Andy tüm planlarını özgürlüğe doğru ve çok zekice yapsa da kendi dışında gelişecek tüm şartların da iyi gitmesi için , içinde bir inanç mutlaka taşıyordu. Çünkü kimse istediği şeyi başaracağını mutlak anlamda 'bilemez.'

Filmin sonunda Red'e yazdığı mektupta Andy 'Umut iyi bir şeydir' diyor. 'Belki de hayatta olan şeylerin en iyisi...' Bizler, yani Shawshank Redemption Muhipleri, bunu biliriz, bunu söyleriz.  

15 Ocak 2012 Pazar

KIŞ SABAHI

Paul Auster kendini anlattığı yeni kitabının adına Kış Günlüğü demiş. Ve geçen gece İncir Çekirdeği'nde de 'edebiyatta kış teması' üzerine konuşuyorlardı. Bir ara İskender Pala, Cemal Süreya'nın  'Bir kış göğü gibi o saat alçalır ölüm' dizesiyle başlayan şiirini okudu. Şiirin tamamını yazının sonuna  koyalım ve biz de kışın penceresinden şöyle bir bakalım: 

Mevsimler konuşturur: Kışın en çok yaptığımız şeylerin başında çevremizdekilerle bizzat kışın kendisi ve giderek soğuyan havalar hakkında laflamak geliyor herhalde. Ocak ayının ortasındayız, kışın tam avcunun içindeyiz. Bugünlerde -suyu bilmem ama- havadan mutlaka konuşuyoruz. Şapka takıp eldiven giyerek havayla temaslarını olabildiğince kesmeye çalışan genç kızlar birbirlerine 'Ne kadar da soğumuş hava!' diyorlar. Öğle yemeği neşesi için dışarıya çıkmak üzere olan genç adamlar merdivenlerde bir an durup 'Yağmur var mı, şemsiye alsak mı?' diye bir tereddüt yaşıyorlar. Televizyon haberlerinde Van'ı görüyorum. 'Henüz çadırlardan konteynırlara geçemeyen depremzedeler' diye bir ifade duyuyorum.  

Memleketin hali konuşturur: Geçen yıla oranla  daha düşük tempoda geçen bir kışın içindeyim. Sanki böylece bu mevsimin hallerini daha çok  farkediyorum. Sabahları erken kalkıyorum. Aras ve Nilay okullarına gidiyorlar, onları kapıdan uğurluyorum.  Sonra bir kaç dakika evin sessizliği içinde penceren dışarı, karanlık göğe bakıyorum. Nedense Ece'nin tweeti aklıma geliyor: İlk benden duyun istedim, diye yazmış. Okulda bu tweet ve Ece'nin kovuluşu üzerine konuşuyoruz. İlk benden duyun, herhalde arkasından pek de iyi olmayan haberlerin geldiğini sezdiren bir karşı müjde işlevi görüyor sanki. Haberlerde sürekli fezleke, operasyon, bayram töreni, duruşma sözcüklerini duyuyorum. Twitter'daki mesajlardan bazı duruşmaların 'şakalar komiklik' tadında geçtiğini anlıyorum.

Kar buluşturur:  Denizli'ye kar yağmış. Aras'ı karla buluşturmayı çok istiyoruz, ama Nilay, 'herhalde biz gideceğiz sonra kar buraya gelecek', diyor. Neyse ki tam gidecekleri gün kar hafif de olsa başlıyor. Aras'ı kucaklayıp pencereye çıkıyorum. Kara, yukarıdaki tozdan bulutlara ,uzak tepelerdeki beyaz ağaçlara bakıyouz. Sonra  her kar yağışında olan şey oluyor: Siz, kara bakmak için pencerenize çıktığınızda, komşularınız da bir bir kendi pencererelerine çıkarlar. Gökyüzünden dökülen kar tanelerinin arasından birbirinize gülümser ve el sallarsınız. Ötelerde, başka evlerde, uzaklardaki apartman dairelerininin camlarında da insanlar görürsünüz. Tanımazsınız etmezsiniz ama o an neşeli ve huzurlu olduklarını bilirsiniz. Bu, yine , denize giren insanların parıldayan suyu paylaşması gibidir...  Kar yağışını bir süre izleyip Aras'la pencereden çekiliyoruz. Yarım saat kadar sonra sitenin çocuklarını yazdan bu yana ilk kez bahçede, karın üstünde koştururken görüyorum.

Bugünlerde dünyanın penceresinden çekilenler: Rauf Denktaş, Lefter Küçükandonyadis, Aslı Nemutlu. Hepsi de , hemen hemen aynı günlerde, alçalan bir kış göğünün altında...

BİR KIŞ

bir kış göğü gibi o saat alçalır ölüm,
yalnız işitme duyusu kalır ortada.
asya kentleri yürür dururlar,
höyükler burnumda hızma.

uzakta dev bir damla: pırıl pırıl pencap!
tabanlarından kayıp duran sütunlar
yitmiş bir geleceğin işaret parmakları:
horasan uykusuna havlayan köpekler, buhara.

uzaklara bir bakışın vardı kafeteryada
keşke yalnız bunun için sevseydim seni
 
                                      CEMAL SÜREYA

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...