29 Ağustos 2014 Cuma

JOYCE’UN EVELİNE’I, KAVAFİS’İN ŞEHRİ

            Bu yaz Granada Edebiyat ve Sarnıç Öykü dergilerini alanları kapıda James Joyce karşıladı. 2014, yazarın ünlü öykü kitabı Dublinliler’in yayımlanışının yüzüncü yılıydı ve o kapıdan girenlere, içerde, dünya edebiyatının (ev) sahiplerinden biri olan İrlandalı yazarla ilgili doyurucu metinler, ufuk açıcı incelemeler ikram edildi.



          Dublinliler’de Üzücü Bir Olay, Araby ve Ölüler gibi çok güzel öyküler vardır. Ama sanırım burada benim en sevdiğim hikaye Eveline’dır. Uzun bir süredir ‘gidelim buralardan’ hülyaları içinde yaşayan bir genç kızın hikayesidir bu. Hikayenin başında, Eveline ismindeki bu kızı akşamın çöktüğü saatlerde pencere kenarına oturmuş, kucağında iki mektupla sokağı seyrederken ve ötelerden gelen sesleri dinlerken buluruz.  Mektuplardan biri babası diğeri ağabeyi içindir. Eveline’ın planı, evden kaçmak ve sevgilisi Frank’la çok uzaklarda, Buenos Aires’te yeni bir hayata başlamaktır. İnsanın çocukluğunu geçirdiği şehirden, evinden, ailesinden, kısaca -Masumiyet Müzesi’nde kullanılan haliyle söylersek- onu yapan şeylerden ayrılmasının aslında ne kadar zor olduğunu Eveline’ın düşünce dünyasında yaptığımız kısa seyahat net bir biçimde gösterir. James Joyce öyküye hakim olan hüzün duygusunu çok da altını çizmeden bize ulaştırırken sade ve akıcı bir dil kullanır. Eveline eşiktedir o an, daha bir yere gitmemiştir, sadece bir karar vermiştir ve yapmayı düşündüğü şey henüz bir plandan ibarettir. Ama işte hüzün, bizim o eşikten geçmemizi beklemez her zaman; kapıda beliriverir.


Bir ay kadar önce Bayramdı. Bazılarımız bu birkaç günlük boşluğu çocukluğuna dönerek doldurmayı seçti. Sosyal medyada dikkatimi çeken paylaşımlardan biri Ömer Erdem’in o sıralar Facebook’a koyduğu şu fotoğraf oldu. Erdem, çocukluğunun geçtiği kasabaya gelmiş, ilk kitaplarını aldığı dükkanın hayaleti önünde duruyor. Sizce yıllar sonra o vitrinde kendi yansımasına bakan ‘büyük çocuk’ ne düşünüyor? Zaman geçmiştir ve dükkanın önünden çok sular akmıştır. Doğrusu hüzünlü bir fotoğraf bu. Hüzün, sanırım, fotoğrafın bir ayağımızın her daim çocukluğumuzda olduğunu anımsatıyor olmasından kaynaklanıyor.

Ben de arada Küçük Kaynarca’ya gittiğimde benzer duyguları yaşıyorum. Köyün ilçeye aslında ne kadar yakın, bir zamanlar içinde yaşadığımız lojmanın gerçekte ne kadar küçük olduğunu her defasında yeniden keşfediyorum ve bu durum içimi garip bir hüzünle dolduruyor. İlkokulum orada öyle bekliyor, kırık dökük ve unutulmuş. Bisiklete binmeyi öğrendiğim ‘kocaman’ bahçe, meğer üç beş adımlık bir yermiş. Annemler köye ilk geldiklerinde kışı Fahriye Teyzenin evinde kiraladıkları bir odada geçiriyorlar; sene 74, o sırada lojman inşa ediliyor, babam 1’den 5’e tüm sınıfları topladığı okulun tek dersliğinde eğitime başlıyor. Kış geldiğinde her öğrencinin soba için bir adet odun getirmesi zorunlu. Şimdi şu fotoğraftaki ölü hali pek bir şey anlatmıyor ama o zamanlar bu okul içindekilerle beraber nefes alıyor, yaşıyor.



           Gitmek ve dönmek bağlamında konuştuğumuzda Kavafis’in meşhur Şehir şiirini de anmadan olmaz. Hani “Yeni bir ülke bulamazsın / Başka bir deniz bulamazsın / Bu şehir arkandan gelecektir” diyen ve bizim kuşağın daha çok bir  Ezginin Günlüğü bestesi olarak tanıştığı bu eşsiz şiir de benzer duyguları işler, çıkışsızlığımızı anlatır:

                                                               ŞEHİR

                       'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin
                                   'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
                                   Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
                                   -bir ceset gibi- gömülü kalbim.
                                   Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
                                   Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
                                   kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
                                   boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'

                                   Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
                                   Bu şehir arkandan gelecektir.
                                   Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
                                   aynı mahallede kocayacaksın;
                                   aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
                                   Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
                                   Başka bir şey umma-
                                   Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
                                   öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.

                                                                                              Konstantinos Kavafis

 (Çeviren: Cevat Çapan)

6 Ağustos 2014 Çarşamba

DRAGOS'TAKİ CENNET

  
Ada Defterleri’nin bir yerinde “Hayatımın en uzun, dolu günlerinden birini geçirdim burada, dün” diye yazmıştı. Doğrusu “Sabah 10’a kadar çalıştım” diye başlayan gündökümü görünürde olağanüstü hiçbir şey içermiyordu. İki kısa gündüz uykusu, evde ufak bir öğle yemeği, balkonda günbatımını izlemek, sonra akşam yemeği için aşağı inmek ve deniz kıyısında biraz yürümek. “Sonuç olarak,” diye yazıyordu deftere “On saati aşkın balkonda oturmuşum.” Olan aslında şuydu: Uyku dışı zamanın neredeyse tamamını defterler ve kitaplar doldurmuştu. Yarısı balkonda bir masanın başında geçen bir günü, sonraları hayatın en dolu günlerinden biri olarak anmak; bu ne –bence hiç de yaman olmayan- çelişki!


Enis Batur, kitapları yaşamının merkezinde koyarak sürdürmeyi seçenlerden.  Okurları, Batur’un kaleminden çıkan pek çok başka şeyin yanında, onun kişisel okuma serüveni üzerine yazdıklarını da merak ve zevkle takip ediyorlar. Kitaplar, yazarlar, sahaflar ve kütüphaneler hakkındaki düşünceleri önemseniyor. Enis Batur bu konular üzerine ve başka konular üzerine çok düşünüyor, çok üretiyor (Selçuk Altun, 2013’ün son Kitap İçin maddelerinden birinde, EB bu yıl altı kitapta kaldı, diye yazmıştı!) Doğrusu böyle yaşayan birinin, bazen zamanının çoğunu bir masada çalışarak geçirmesinde yadırganacak bir durum yok! Defterler dolarken yeni düşünceler doğar; kitaplar birikir ve imgeler birbirini izler. Biz de şimdi Kitap Evi’ni okurken, Heybeliada’daki evde arka balkondan görünen Dragos’un ön balkona kurulmuş tezgahın üstündeki defterlerden birine daha o zamandan sızdığını anlıyoruz.

Hani, Borges “Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir” dermiş ya, Batur da zaten kitapların ‘arasında, ortasında’ yaşayan bir ademoğlu olarak kendi küçük cennetini düşlediği bir kurmaca yazmış. Bu ‘kendine ait’ kurmacanın merkezine ağaçların içinde camdan bir ev yerleştirmiş, bir de az ötesine bir okuma kulübesi koymuş. Bu yolla kitap(lar) sahibi olmak üzerine düşüncelerini kendine has üslubuyla sıralamış. Bunun yanında rafların arasında gezerken sıraya koymanın önemi, çift olmanın zorluğu, ileri gelen olmanın güdüklüğü ve beklemenin erdemi üzerine hoş dokundurmalara  da rastlıyoruz. Arada tabii kurmaca yazmanın lüksünden faydalanmak da var: Batur, bir süre önce yitirdiği çok yakın dostu Samih Rıfat’ı da Ev’de ağırlamayı unutmamış. 

Kitap Evi roman formunda başlıyor ve öyle bitiyor ancak ben kitabın ortasından baktığımda, onu Batur’un diğer deneme kitaplarıyla aynı rafa koymayı tercih ediyorum. Anlatıcının yazarın kendisi olduğu bence belli de, gene de şüphesi olanlara Kitap Evi’nin 26. ve 27. sayfalarını, yazarın bir ara Cumhuriyet Kitap için yazdığı enfes Kitabevi Seansları Üzerine* başlıklı yazısıyla ‘pararel’ okumalarını önerebiliriz belki!








                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...