27 Eylül 2022 Salı

DERBİYE DOĞRU


Aras küçükken ben de bir nebze fanatik taraftar kimliğindeydim. Beşiktaş mutlaka yenmeli, yedi-sekiz yaşlarındaki afacan uykuya mutlu gitmeliydi. Çünkü o yaşlar atılan tek bir golün dünyalara bedel olduğu yaşlardır. İşler kötüye gittiğinde tuttuğunuz futbol takımı için içten gözyaşları döker, üzülürsünüz ... Nitekim Aras, bir keresinde yüzüne çarpan sert bir toptan sonra uzun süre yerde kalan Fabri için hüngür hüngür ağlamıştı!

Bugünlerde Beşiktaş iyi sonuçlar almıyor. Ama eskisi kadar önemi yok. Zaman geçti ve Aras da oyun / skor dengesini görmeye, gözetmeye başladı. Takım kötü oynuyorsa zaten hiçbir şeyin tadı tuzu olmuyor. Stoperler topu bir türlü çıkaramadığında ya da hoca, gününde olmayan oyuncuyu (nedense) tespit edip oyundan çıkaramadığında ya da takım, dikine paslarla rakip kaleye gitmek yerine sürekli doldur boşalt yaptığı için koca maçtan geriye 2-3 dakikalık bir özet malzemesi bile çıkaramadığında, puan kaybı kaçınılmaz oluyor. Böyle durumlarda bu kez Aras beni teselli ediyor, buradan üç puan çıkmazdı zaten baba, diyerek…  

Ben de böylece Galeano'nun meşhur deyimiyle iyi futbol dilencisi olma kimliğime geri dönüyorum. Şimdi akan oyunda kim varsa ona bakıyorum. Yine Beşiktaşı tutuyorum, elbette takımımın yenmesini istiyorum ama göze hoş gelen, bana keyif veren futbolu kim oynuyorsa onu izliyorum, hayranlık ve gıptayla.  

Bunun yanında, Valêrien Hoca'yı beğendiğim pek söylenemez. On kişi kaldığımız Alanya maçında bizi ezik ve geride oynattığı 45 dakika için onu affetmem kolay olmayacak! Üstelik, adamın yaptığı oyuncu değişikliklerini en yaman yorumcular bile tahmin edemiyor. Takımın ilk maçlarda sergilediği kondisyon grafiği hep övüldü ama hamle veya oyunu okuma konusuna gelince zayıf kaldığı yönündeki görüşlere ben de katılıyorum. Ama bunların da bir önemi yok.

Bu hafta derbi haftası. İsmaêl ve Jorge Jesus ilk kez karşı karşıya gelecekler. İki kulübün tarihinde kim bilir kaçıncı kez iki yeni teknik adam birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışacak. Bu olası üstünlük taraftar nezdinde de hocanın yerini sağlamlaştıracak. Tüm bunlar işin güzel tarafı. Ben belki Veselinoviç ve Gordon Milne’den beri takip ediyorum bu işi. İsimler değişiyor ama rekabet on yıllardır sürüyor; yaklaşan maç bir çekim noktası, haftanın olayı olma özelliğini koruyor.

Hocayı beğenmiyorum, dedim ya -hani oyunu okuyamıyor falan- belki bu hafta Fenerbahçe karşısındaki performansı beni haksız çıkarır. Sırf böyle bir ihtimal için bile bu maçı izlemeye değer, derim ben.

9 Temmuz 2022 Cumartesi

ÇOCUKLUĞA VEDA YOK


 

Çocuk sahibi olmak hayatının bundan sonraki bölümünde kalbini bedeninin dışında taşımaktır. Nerden ve kimden okuduğumu hatırlamadığım bu cümleyi yıllar önce Arzu’ya söyledim. O zaman Kerem henüz karnındaydı. Ne kadar doğru bir söz, dedi Arzu; birkaç ay sonra onun hayatının bundan sonraki bölümü başlayacaktı. Aradan yıllar geçti ve benim de bu cümlenin pratik anlamını tecrübe edeceğim günler geldi. Tam olarak söylemem gerekirse, 9 Temmuz 2008’de.

Kalbini bedeninin dışında taşımak. Geçen gün havuza atlamalar esnasında normalden biraz daha şiddetli bir ses duyunca endişeyle kafamı çevirdim ve nedense seneler önce Arzu’ya söylediğim bu cümleyi hatırladım. Az ilerde Aras bir miktar havuz sefası sürüyordu ve bir problem yoktu. Kabul ediyorum, ben biraz pimpirikli babalardanım. Gerçi bu anlamda yalnız olduğumu düşünmüyorum; biz kalabalık bir türüz. Endişe, ebeveynlik okulunda zorunlu bir derstir.

Mükremin Çıtır o kadar kızdığı ve sürekli atıştığı kardeşi Lütfiye’ye aslında duyduğu derin sevgiyi anlatırken, senin parmağına kıymık batsa benimki kanar, demişti. Evlat söz konusu olduğunda durum daha beter tabii. Parmak kanasa iyi, kalbiniz de hırpalanıyor. Sürekli bedeninizin dışında olan kalbiniz.

Zamanın nasıl acımasızca hızlı geçtiğini anlamak için çocuklara bakın. Kendi çocuklarınıza, tanıdıklarınızınkilere. Dünkü çocuklar bir gün bambaşka bir insan olup çıkarlar ve siz de artık yaşlanmaya başladığınızı anlarsınız. Ben -size tuhaf gelecek ama- o günleri neredeyse hiç hatırlamıyorum. Fotoğraflar ve video kayıtları olmasa o acemi babalık deneyimini yaşadığıma belki inanmayacağım.

Yıllar önce berberdeki o zorlu tıraştan sonra elinde lolipopla otururken bana aniden, baba ben elmanın içiyim, sen elmanı kabıyısın, diyen çocuk bu sene liseye başlayacak! Bu durum beni çocuk sözcüğünün Türkçedeki kullanımları üzerine düşündürtüyor. Aras kaç yaşına gelirse gelsin Nilay’la ben ondan sıklıkla çocuk diye söz edeceğiz. Annemle babamın Bahar ve benden bahsederken, bunu çocuklara soralım ya da çocuklar gelince şunu yapalım, demeleri gibi.

Kerem ve Arzu şimdi İngiltere’de, tatildeler.

Mükremin ve Lütfiye hep aynı yaştalar.

Biz Sığacık’ta bir oteldeyiz. Havuza yakın bir yerde, elimde kitap, oturuyorum. Etraftaki seslere aldırmadığımda kitaptan birkaç sayfa okuyabiliyorum.


29 Haziran 2022 Çarşamba

GEÇMİŞ YAZLAR VE DİĞER TÜM MEVSİMLER

 

Doluluk, Geçmiş Yaz Defterleri’nde en çok vurgu yapılan temalardan; Sakız Garden’daki söyleşide de bu öne çıktı, yani oluş / eksik oluş / tamamlanma konuları üzerinde duruldu, ben de o kısımları ikinci kez okumadığım için biraz hayıflandım. Söz konusu bölümlerin Hilmi Yavuz şiirini anlamaya katkı yapacağı da söylendi aynı toplantıda. Ama ben -o gün konuklardan birinin ifade ettiği gibi- okumanın hazzına bu tip bilgilerden yoksun olarak varmanın da mümkün olduğunu düşünürüm. Yani bir şiiri daha iyi anlamam için dizelerinde Heidegger veya Sartre iz ve işaretlerini aramam gerekmemeli, demek istiyorum. Çoğu durumda, şiirde sözcük seçiminden ve onların dizilişinden alınan keyif yetmeli. Demek ki bu bağlamda ben ‘şiir bir şey anlatmaz’ tezine yakın duruyorum. Kolaya kaçtığım da iddia edilebilir tabii- itiraz edecek değilim!

Doluluk Yavuz’a göre yaşam deneyiminin tüm duyularla birden algılanabilir olması. “Yavuz’a göre” diyorum ya, burada bir rehber ya da kılavuz(!) eşliğinde bir okuma yapıyor değilim. Anladığım şu: Tüm duyuların aynı anda işlev halinde olması her zaman mümkün olmadığına göre yaşam her daim bir tür eksil-oluş’la malul olmak durumunda. Şair işte burada şiiri devreye sokuyor. Bu eksikliği gideren, yaşam deneyimini tamamlayan şeyin imge olduğunu söylüyor. Ben bunu biraz daha genel çerçevede edebiyat olarak algılıyorum.

İmgelem ve şiir anımsamaya yardım ediyor, dolayısıyla geçmiş yazlar ve geçip giden tüm mevsimler biraz daha yakına geliyor.  

Zaman halkanın tamam olmasıdır. Yaşamın doluluğudur. Onun için yaşanan ne varsa, önemli önemsiz, öze ilişkin ya da ilineksel, yitip gitmesini, silinip gitmesini önlemenin yolu, geçmişi, hadi o benzetmeyi (eğretilemeyi) sürdürelim, sürekli anımsamaktır, anımsamanın anımsanmasıdır. Böylelikle ancak, en dıştaki büyük halkada şimdi içeri doğru küçülen öteki halkalara (yakın geçmiş: uzak geçmiş) dönebiliriz.

 

Kağıtlar Bir Çarmıh, Sözcükler Gövdeymiş Gibi… 

Bir yazı insanının temel kaynağı belleğidir, anımsamak da onun başlıca edimi. Yazar hatırlayan kişidir. Bu bakımdan sanırım bir edebiyatçının ulaşabileceği Doluluk duygusu yine Yazı yoluyla olmalıdır: Hilmi Yavuz bunu yapmaktadır zaten, Her günü bütün ayrıntılarıyla Yazıya dönüştürüyorum, diyerek. Yavuz bazen defterindeki sayfaları karıştırıp on yıl önce bugün, bu öğleden sonra neler yaptığına bakar- sonra belki daha geriye doğru hareket eder, ya da belki bir parça bugüne doğru salınır yoksa içe içe geçen halkalar bunlar mıdır?

Yavuz’un anlatımında şiir, şiirsellik elbette hissediliyor; vurucu imgeler ve çarpıcı tanımlamalar var kitapta (bkz: ilk ara başlık). Ama Defterler sonuçta bir günce, ben de iyi düzyazı peşindeyim ve aradığım şeyi daha ilk birkaç satırda buluyorum:

Bu sabah yatakta yarı uyanır yarı uyanık, buralara ilişkin, belki buralara özgü demek daha doğru, bir tuhaflığın ayırdına vardım bir kez daha. Odamın kapısı sımsıkı kapalıydı, bundan emindim; ama sanki içeride birileri varmış gibi geldi. Sonra anımsadım ki, bu, Bodrumda hep böyle olagelmiştir.

 

Gizem Üreten Kadınlar

Geçmiş Yaz Defterleri’nde cinsellik de öne çıkan temalardan biri. Bir düşünce adamını belli bir boyuta indirgemeye eğilimli okurlar için biraz şaşırtıcı bir durum olabilir. Hilmi Yavuz muhafazakâr çevrelerle yakınlığı ile (de) bilinen, İslam Felsefesi üzerine dersler vermiş bir aydın (İslamın Zihin Tarihi bu derslerden oluşuyor ve ben neredeyse tamamını altını çizerek okuduğum bu kitabı imzaya gittiğim gün yanıma almayı nedense akıl edemedim!) Aslında bu şaşıranları da çok suçlayamıyorum; zira bir yazısında İbn-i Arabi’den ya da kutsal metinlerden alıntılar yapan ama sonraki sayfada kadın bedenine dair gizemli övgü satırları kaleme alan yazar portresi o kadar sık rastlanan bir durum değil! Bu bakımdan cinsellik ve kadın bedeni ile ilgili düşünceler günlüklerde ayrıksı bir yerde duruyor- belki de durmuyor, sonuçta Defterler insan-oluşun önemli bir boyutunu (daha) işliyor: Belirleyici yanı çok güçlü olan cinsel eylemle ilgili düşünceler de kâğıda dökülüyor- gerçek bir sanatçının yapması gerektiği gibi, içtenlikle ve rahatlıkla. Defterlerde, düşler, keşfedişler, tensel özlemler ara ara görünür oluyor. Ölüm ve yaşam nasıl görünür oluyorsa, öyle.

Nasıl oldu bu, ah ey Tanrım, odamda oturuyordum, akşamdı, yoksunlukla, duyumsuyordum tinimi, yaşlı ve eprimişti, unutmuştum çoktan, dirimsizdim, akşamdı evet, kapım çalındı, görünen sonyaz sonu giyimliydi, elinde bir mektup vardı.

Uzattı mektubu. Dönüp gidiyordu ki, beklemesini söyledim. Olasılıkla, şiirlerini ya da öykülerini, onları getirmiştir, utangaç biri diye düşünmüş olmalıyım, yanıt istemiyor muydu, sonyaz sonu giyimliydi, çelimsiz görünüyordu, hayır, istemiyordu.

Ah, kadınların gizem üretmeleri ne kolaydır…

 

Defterler’de Yavuz’un çocukluğuna, Siirt’e ve annesine dair yazdığı bölümler nefis. Ara ara gelen bu Proust’vari pasajlar Defterler’deki felsefi ağırlığı dengeliyor ve belki de tamamlıyor.

Öyle görünüyor ki Hilmi Yavuz'un yaşamını, bu yaşamın doluluğunu iki sözcük belirliyor. Onun hayatında Yaz ve Yazı başat karakterler. Defterler hem yaz mevsimine bir övgü, hem de geçip giden yazlara bir ağıt. Aradaki köprü Yazı’yla kuruluyor; yazı, halkalar arasında bir bağlantı oluyor.

Çöl Şiirlerinden birinde kalbim kağıtlarla dolu, diyordum. Bomboş kağıtlar! Ama, Cemil Meriç’in Jurnal’inde dediği gibi, sözcüklerle de doluydu kalbim… Ve kağıtlar bir çarmıh, sözcükler gövdeymiş gibi duruyorlardı. Ve ben “Ecce Verba! İşte Söz, İşte Söz!” diye bağırıyordum. (Bir düşten)

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...