15 Nisan 2022 Cuma

MODERN TÜRKİYE’NİN DOĞUŞU ÜZERİNE NOTLAR

I.            

Ne yalan söylemeli, 600 küsur sayfalık kitapta en hoşuma giden kısım yazarın şu iki cümleyle yaptığı tespit oldu:


Yeni reform evresi idarenin çıkardığı kanunlarla değil, edebi manifestolarla başladı. Genç Türkiye’nin ilk önderleri siyasetçiler değil, şairler ve yazarlar oldu.


II.

Bernard Lewis’in edebiyatı bu şekilde taltif etmesi boşuna değil! Bu ünlü tarihçinin bu ünlü kitabı da dili kullanma biçimiyle dikkat çekiyor. Lewis bütün büyük bilginler gibi dilin önemini biliyor. Modern Türkiye’nin Doğuşu uzun bir tarihi, ayrıntılı ve derin bir olaylar zincirini işlemesine rağmen konuların üzerinden hiç öyle özet geçmeden ve okuyucuya “bir şeyler havada kaldı” havası vermeden su gibi akıp gidiyor. Dilin bu dolgun ve yerinde kullanımı kitabın okunmasını kolaylaştırıyor. Özetle, Modern Türkiye’ni Doğuşu’nu alanında önemli eserler arasında yapan şeyin yazarının bir tarihçi olarak kurduğu sistematik kadar onun anlatım üslubunun da olduğunu düşünüyorum.

Kitabın çevirmeninin Boğaç Babür Turna olduğunu hatırlatarak kısa bir bölümü buraya alıyorum:

 

… Ancak İslamiyet ve Hristiyanlığı birbirinden ayıran duvarda bir kere kapı açıldı mı o kapıdan geçen fikir akışını denetleyip içinden seçim yapmak artık olanaksızdı. Genç Türkler Avrupalı öğretmenlerden ders alan, Avrupa’da seyahat eden, Avrupa dillerini öğrenen insanlardı. Onlara verilen görevlerin gerektirdiği teknik becerileri kapmanın ötesinde, başka şeylere ilgi duymamaları, başka şeyleri okumamaları mümkün değildi.

 

III.

Kitabın benim üzerimdeki bir etkisi bugün bize normal gelen şeylerin aslında ne kadar kırılgan olduğunu, olabileceğini hatırlatması oldu. Türkiye’de son iki yüzyılda yaşanan değişim ve dönüşümün baş döndürücü bir hikayesi var, biliyoruz. Bu bakımdan MTD bugün pek o kadar üzerinde durulmayan -ya da benim durmadığım- bir dönemi düşünmemi sağladı. Şöyle: 1938’te Atatürk ölüyor, yerine İsmet Paşa geçiyor. 50’deki seçimlerde görevi Adnan Menderes devralıyor.

Tarihimizin iki cümleyle anlattığım bu bölümü günümüz koşullarını da düşünürsek özellikle anlamlı geliyor bana. Bugün çevremizdeki ülkelerin çoğunda yaşanan yönetim sorunlarından nispeten azade olmamızın arkasında zaman içinde edindiğimiz bazı pratikler var mutlaka. Kitabı okurken bu pratiklerin hangi zorlu aşamalardan geçerek kazanıldığını daha iyi anlıyorsunuz.

Modern Türkiye’nin Doğuşu’nun bu andığım kısmında aktarılan gerilimi düşük bulmamın sebebi kitabın daha önceki bölümlerinde anlatılan olayların şiddeti olabilir. Şunu anladım: Tek parti döneminin kendine ve sürece has problemleri elbette var ama yönetim devir tesliminde görece bir sükûnet elde edilmiş. Bunun daha büyük sorunların önüne geçmiş olduğunu coğrafyamızda (bugün bile) yaşananlara bakarak anlayabiliriz. Dönemin küresel koşullar göz ardı edilecek gibi değil çünkü: Bir dünya savaşı süreci söz konusu, Büyük Buhran’ın tüm dünyaya yayılan etkisi ve Avrupa’da yükselen faşist eğilimler. Bu bakımdan, 40’lı yıllarda yaşanan bu yönetim devir teslimlerini muazzam bir başarı olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Belki hayati sıfatı daha çok uyuyor buraya.


IV.

Bernard Lewis Hata Neredeydi? adlı diğer bir önemli kitabında Osmanlı’nın Batı’yla arasına koyduğu mesafeyi detaylı bir şekilde anlatır. Osmanlılar tarihsel bir üstünlük duygusu ve şüphesiz dini referanslarla uzun zaman Batı’yı yadırgamış, küçümsemiş, oradaki siyasi ve düşünsel gelişmelere kulak tıkamıştır. Mesela, diplomasinin -ve dolaysıyla öteki’nin farkında oluşun- yükselişte olduğu bir dönemde Osmanlı, Avrupa devletlerinde sabit bir elçi bulundurma fikrine sıcak bakmamıştır. Bu bakımdan, Batı’daki teknik ve siyasi alandaki değişimleri izleyenler ve bu gelişmeleri bu tarafa taşımak isteyenler için şartlar hiç kolay olmamıştır. Kısacası Avrupa’dan gelecek her türlü know-how ciddi bir dirençle karşılaşmıştır.

Elimizdeki kitap, yani Modern Türkiye’nin Doğuşu, bu direncin kırılmasının hikâyesi ve bu kırılmanın günümüze kadar ulaşan sonuçlarının bir dökümü olarak düşünülebilir. Tarihin bir döneminden sonra, Osmanlı devleti artık Batı’yı bir referans kaynağı olarak almaktan çekinmeyecek ve, diyelim, posta idaresinden itfaiye hizmetlerinin kuruluşuna kadar pek çok temel alanda Batıdaki modelleri dikkate alacak, bu kurumların inşasında Batıdan gelen uzmanların birikiminden yararlanacaktır.

Tabii asıl gelişmeler askeri ve eğitim alanında olanlardır. Bernard Lewis, II. Mahmut’a danışmanlık yapan Helmuth von Moltke’nin tavsiyesi üzerine ordunun yenilenmesi için Prusya’dan subaylar getirtilmesini bir dönüm noktası olarak görüyor. Aynı günlerde Türk subaylar eğitim almak için oraya gönderiliyor. Lakin Osmanlı ordusunun reformasyonunda Batı’nın etkisi yeni değil. Bundan çok önce III. Selim döneminde de Fransız subaylar gelmiş ve Osmanlı okullarında gemi seyri, navigasyon ve ‘bunlarla bağlantılı bilimlerde’ eğitim vermişlerdi. Lewis şöyle yazmış, III: Selim için:

 

                      Fransa’daki rejim değişikliği hiçbir biçimde padişahın Fransız yardımı alma konusundaki arzusunu azaltmadı. 1793 yılının sonbaharında Osmanlı Hükümeti Fransa’dan getirmek istediği, konusunda uzmanlaşmış olan teknisyen ve subay kadrolarından oluşan bir listeyi Paris’e iletti… 1796 yılında Fransız büyükelçisi General Auber Dubayet, beraberinde kalabalık bir askeri uzman grubuyla İstanbul’a geldi.

 

Bunun dışında, Lewis’in eseri, hukuk, maliye, eğitim ve kamu idaresi gibi alanlarda Batı ile yaptığımız alışverişin yoğunluğunu anlatan ve günümüze de ışık tutan pek çok çarpıcı bilgi içeriyor.

 

V.

Dil ve alfabe meselesinde Bernard Lewis çok net:

 

Arapçaya harika bir biçimde uygun olmakla birlikte Arap alfabesi Türk dili için uygun değildir. Türkçe Arap yazısını ifade edemediği pek çok form ve ses içerir.

Lewis, çoğu zaman gözden kaçırılan alfabe ve ses uyumuna dikkat çekmiş ve bu ihtiyacın farkında olan Münif ve Enver Paşaların alfabe reformu alanındaki çabalarına ayrı bir yer vermiş:

 

Münif Paşa, Mayıs 1862’den kısa süre önce kurulmuş olan Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin mensuplarına yaptığı bir konuşmada alfabede reform yapılması meselesini bilimin ilerlemesi ve yaygınlaşması için öncelikli ihtiyaç olarak ortaya koydu. Osmanlı imlasının öğretilmesi zordu. Daha kötüsü, kusurlu ve muğlaktı. Ayrıca okuyucuyu bilgilendirmek yerine onu kolayca yanlış yönlendirebilirdi. Bilginin yayılmasında en güçlü vasıta olan matbaaya da uygun değildi. Batı alfabesiyle kıyaslandığında iki ya da üç kat daha fazla karaktere ihtiyaç olduğundan pahalı ve verimsizdi. Münif Paşa bu zorlukları aşmak için ıslah edilmiş bir Arapça tipografi (matbaa yazısı) öneriyordu.

 

* 

Arap yazısının reforma tabii tutma meselesi zaman zaman, özellikle de tipografiyle ilgili olarak, gündeme gelmeye devam etti. Birinci Dünya Savaşı sırasında sorunun bir başka yönü ortaya çıktı; bu da belirsizliğe ve hataya bu kadar çok maruz kalan bir vasıta ile yapılan iletişimin zorluklarıydı. Harbiye Nazırı olan Enver Paşa Türk subayları tarafından el yazısı mesajları göndermede kullanılmak üzere değişimden geçirilmiş bir Arap yazısı geliştirecek kadar ileri gitti. Tıpkı diğer reform girişimleri gibi bunun da etkisi çok az oldu.

 

VI.

Üstteki bölümdeki son cümle bana İlber Ortaylı’nın İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’nda yaptığı şu muhteşem tespiti hatırlattı: Cumhuriyetin radikalizmini kamçılayan ögelerden biri de yeterince radikal olamayan Osmanlı modernleşmesidir.

VII.

Belki de her şey arzu duymakla ilgili. Kitapta Bernard Lewis’in Şinasi’den yaptığı alıntıyı okuyunca böyle düşündüm. Tüm bu devrimler, yenilenme hareketleri ve yüzyıllarımızı etkileyen Batılılaşma hamleleri…  İstemek, eksiklileri görmek ve iyi yönde değişim için arzu duymak. Bu yenilenmenin ivmesini belirleyen şey arzunun gücü ve yoğunluğu. Bizde biraz var, biraz yok. Ve işte bütün mesele bu!

Çok genel bir ifade oldu sanki, biz en iyisi kitaba dönelim ve o alıntıya bakalım:

 

Şinasi,1860 yılında Tercüman-i Ahval gazetesinde yayımlanan ilk başyazısında vatanın menfaatinden bahseder ve gayrimüslim tebaanın kendi gazeteleri varken “Hâkim millete mensup hiç kimsenin gazete çıkarma arzusu duymamasına, hiçbir hakiki Osmanlı gazetesinin bulunmayışına” dikkat çeker.

 

VIII.

Kitapta çok konu, çok isim var, doğal olarak. Kâtip Çelebi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi, Abdullah Cevdet, “Türklerin Chaucer’ı Ali Şir Nevai”, Mustafa Reşid Paşa, Halet Efendi, İbrahim Müteferrika, Ahmet Vefik Paşa ve daha niceleri

Islahat, Tanzimat, Cumhuriyet… Üç İstanbul’dan ziyade Üç Türkiye…

Modern Türkiye’nin Doğuşu okuyucuya hem genel bir bakış açısı sağlıyor, hem de yeri gelince yakın ve uzak tarihimizin belli konularına dair detaylı ve tatmin edici bilgiler sunuyor.

 

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Bernard Lewis'in bu kitabı Modern Türkiye'nin temellerini,yapım aşamalarını ele alıyor.

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...