15 Aralık 2016 Perşembe

HATIRLA BARBARA YAĞMUR YAĞIYORDU


Edebiyatçıların genelde ürün verdikleri, kitlelerce tanındıkları türlerin dışında yazdıkları hep ilgimi çekmiştir. Bir yazı adamının günlük notları, taslakları, anıları ve özellikle mektupları onunla ilgili pek çok şey söyler bize. Kaldı ki, bu metinleri bir edebiyatçının tali, yan ürünleri olarak saymak da doğru bir tutum olmaz, Yapıt’ı oluşturan bütünün parçalarıdır her biri, bu bakımdan önemlidirler. ‘Yazar’ için pek çok tanım yapılabilir; sanırım bir ölçüt de yazan kişinin farklı türlere açılırken gösterdiği yetkinlik olmalı.

Onur Caymaz’ın yeni kitabı işte bu tür yazıları içeriyor. Hayat ve Sanat Üzerine Doksan Dokuz Parça denmiş alt başlık olarak ve Caymaz, kitabın içerdiği metinleri şöyle tanımlamış sunuş yazısında: “Ne deneme ne öykü olabilmiş, bohçada kalan küçük şeyler. Kırıntılar...”  Öyle dediğine bakmayın siz, aslında ciddi, söyleyecek bir şeyi olan metinler bunlar. Ben mağazadan çıktıktan hemen sonra oturduğum bir çayevinde başladım bu hoş kitabı okumaya. Ve birkaç bardak sonra kırıntıların çoğunu mideye indirmiştim!

Onur Caymaz’ı şiir ve öyküleriyle tanıyorum daha çok, bir de tabii sosyal medyadaki ‘keskin’ halinden. Gece Güzelliği’ni edinmiş, dergilerde çıkan kimi öykülerini de okumuştum ama bu parçalardan daha büyük keyif aldım sanki. İyi yazmayı önemseyen, daha önemlisi, okumayı yücelten bir yazar var karşımızda. Kitabın ilk yazısı olan KALEMTRAŞ ÇÖPLERİ’nin sonundaki alıntıyı (Celal Esad Arseven/Sanat Ansiklopedisi) eskiden yazıya, yazma eylemine verilen değeri bize hatırlattığı için buraya da alıyorum:

Kalem yontulduğu vakit çıkan talaşlar yazının kutsiyeti nedeniyle süfli yerlere atılmazdı. Hatta bazı hattatlar ömürlerince açtıkları kalemlerin çöplerini toplayıp ölünce cenazelerinin yıkanması için ısıtılacak suyun bu ateşle ısıtılmasını vasiyet etmiştir.
     
Yer yer Salah Birsel’in denemelerini hatırladım bu metinleri okurken; tabii yoğunluk açısından söylemiyorum, ne de üslupla ilgili burada kastettiğim şey- ki gerekli değil her ikisi de ve Yazı’nın doğası gereği zaten pek mümkün de değil. Ama kesişen anılar, olayların yarattığı çağrışımlar, kimi zaman kurgu ve hayatın çakışması... Benzer tatları Caymaz’ın metinlerinden de almak mümkün.

Kitapta Oktay Akbal’ı ve Attila İlhan’ı anlatan yazıları, Muhafazakar Sanat ile ilgili denemeyi özellikle sevdim, Tabletsiz Çocuklar’ı bir sabah kahvaltısında bizimkilere de okudum. Ve son yazıda, (Babam Hırsız Değildi) Caymaz’ın yazılarında sık sık andığı ve muhtemelen  atölyelerinde  de değindiği ‘iyi metinlerin okurda yarattığı ürpertiyi’ fazlasıyla hissettim.

Hasılı,  sevdim ben bu kitabı ve oldukça doyurucu buldum kırıntıları...




20 Kasım 2016 Pazar

KALECİNİN PENALTI ANINDAKİ ENDİŞESİ

Hiç ilk sayfalarında “Böyle giderse bitiremem, yarım bırakırım” dediğiniz, ama (günün) sonunda kimi bölümlerini iki üç defa okuduğunuz bir kitabınız oldu mu? Benim oldu. Peter Handke’nin yukarıda ismini, aşağıda resmini gördüğünüz romanıyla biraz böyle gelişti benim okurluk ilişkim. Arka kapakta da belirtilen, içinde ‘klasik romanlardaki tipleme olmayışı’ sanırım metnin içine girme süremi biraz uzattı. Fakat bu, aslında kitabı farklı kılan özelliklerden biri.


Bir ayrıntılar kitabı KALECİNİN PENALTI ANINDAKİ ENDİŞESİ. Bilincin fark ettiği, fark etmediği, tam farkına varacakken elinden kaçırdığı ayrıntılarla dolu sayfalar. Kahramanımız, yani klasik olmayan tip Bloch, sürekli bir yerlere gidiyor (kafe, restoran, yeni bir şehir), arkada belli belirsiz bir olay örgüsü var (berber kızlar, kayıp bir çocuk, sinema), siz Bloch’u takip ediyorsunuz, bu adam dış dünyayı görüyor, onun gözüyle siz de görüyorsunuz, nesneler üst üste biniyor, sesler birbirine karışıyor. Okurken sizin de bakış açınız biraz değişiyor, odak noktanız kayıyor ve merceğiniz büyüyüp küçülüyor. Değişik, kendine has bir anlatı bu. Yer yer kafanızda düşünce dalgalanmaları, küçük trans halleri yaratıyor; bu açıdan çok başarılı. Ama bunun için okurun kendini tam olarak metne vermesi gerekiyor; benim için bu, olabildiğince sessiz bir ortam ve elimde okunacak quizlerin olmaması demek!

Gene uyanış. İki, üç, dört, saymaya başladı Bloch. Durumu değişmemişti. Ama uykusunda alışmış olmalıydı ona. Yatağın altına düşen parayı cebine soktu, aşağıya indi. Dikkat ederse, gözünün önünde de canlandırırsa her kelimenin güzel güzel arkası geliyordu. Yağmurlu bir ekim günü; tozlu bir pencere camı: Tamam, oluyordu. Otelciye selam verdi; otelci gazeteleri çubuklarına takmaktaydı; kız mutfakla lokanta arasındaki servis penceresine bir tepsi sürdü: Hala yolundaydı her şey. Kendini kollarsa böyle, birbiri ardınca devam edebilirdi: Her zaman oturduğu masaya oturdu, her sabah açtığı gazeteyi açtı; Gazetede Gerda T. cinayetinde önemli bir iz peşinde olduklarını okudu. Ülkenin güneyine giden bir izdi bu, ölen kadının evinde bulunan gazetenin kenarındaki karalamalar soruşturmayı yeni bir noktaya getirmişti. Her cümlenin güzel güzel arkası geliyordu. Ondan sonra, ondan sonra, ondan sonra...İnsanın içi daha şimdiden bir süre için rahat edebilirdi.


Metindeki akışı görüyorsunuz. 'Boşluğun uslübu' denmiş arka kapakta, ben sevdim bu tanımı. Adettendir, bir yazarın eserini incelerken bizzat onun kullandığı metaforlara, sembollere gönderme yapılır. Bu bakımdan Handke, yazı sahasına çıktığında, nerede duracağını, ne zaman ne tarafa koşu yapacağını iyi bilen forvet oyuncularına benzetilebilir. 


Daha önce Mutsuzluğa Doyum adlı eseriyle Elmanın İçi’ne konuk ettiğimiz Alman yazar Handke’nin  ne zamandır merak ettiğim kitabını böylece okumuş oldum. Hafif kapalı metinleri okumayı sevenlere öneririm, -kapalı olsun olmasın- yazmayı sevenlere ise özellikle. Romanın ismi de pek  dikkat çekicidir, gerçi burada biraz sorunlu bir durum da yok değildir: Futbola biraz bulaşan herkes bilir ki penaltı anında endişelenecek biri varsa o da topun arkasında kişidir. Öyle ya, tarihte hiçbir kaleci penaltıdan gol yediği için ayıplanmamıştır. Peter Handke sanki bunu biraz atlamıştır. E, ne diyelim: O kadar kusur her forvette olur...

27 Ekim 2016 Perşembe

BİR ÇOCUĞUN BAZEN CANININ SIKILMASI NEDEN İYİDİR?

Öyleymiş! Yıllar önce Mehmet Barlas’ın bir yazısında okumuştum. Yine geçenlerde bir Facebook paylaşımı vardı: Bir üniversitede araştırma yapılmıştı, belli bir miktardaki can sıkıntısının çocuğun zihin dünyasına olumlu bir etki yaptığı bulunmuştu. Zaten çoğumuz tanık olmuşuzdur buna: Yapacak bir şey bulamayan çocuk mecburen kendini eğlemeyi öğrenir. Bu durum, yani can sıkıntısı, çocuğun hayal gücünü tetikliyor, onun yaratıcılığını geliştiriyor. İşte bunları bulmuş bilimsel çalışmalar. Böylece biraz içten içe bildiğim, sezdiğim ve uygulamaya çalıştığım bir durum bilimsel tezlerle de desteklenmiş oluyor.

Arabayla yaptığımız uzun yolculuklarda hiç tablet/telefon vermedik Aras’a. Arka koltukta oturdu hep, bizi dinledi, sohbete katılabildiği kadar katıldı, sustuk bazen, bazen küçük bilgi yarışmaları (hangisi farklı?) yaptık. Bir defasında –Göreme’ye gidiyorduk, Ankara yolundaydık- NTV Radyo’ya denk geldik, Halit Kıvanç’ın programıydı, böyle beklemek ve bekletmek üzerine bir sohbet, kulak verdik, toplam 7-8 dakika bir şey sürdü zaten. Hoş bir konuşmaydı. Halit Usta tatlı tatlı anlatıyordu. Aras arkada uzanmıştı. Program bitince  “Oh ya, dinlendim!”  dedi!

Evde de var kısıtımız. Okul döneminde Aras sadece Cuma ve Cumartesi günleri tablette oyun oynayabiliyor. Hafta içi digital dünyadan hayli uzak kalıyor. Özlem, muhtemelen kavuşulanı daha değerli kılıyor (Yarın tablet günü, baba!) Okul günlerinde ödev yapması, kendine başka işler bulması gerek. Bu durum, yani gün içinde tablete ulaşamayacağını bilmesi onu bölmüyor, kafası oraya takılmıyor. Günlük hayatımızın hayhuyu içinde pek üstünde durduğumuz bir şey değil bu, ama insanın düşüncelerinin bölünmemesi aslında ne kadar önemli... 

Odaklanmanın, bir yerde bir süre kalmanın -ve gerekirse oyalanmanın- bu kuşaktaki çocuklar için ne kadar zor bir şey olduğunu hepimiz biliyoruz. Sinan Öğretmen, Aras’ın genelde dersi dinlediğini, anlatılanlara kulak verdiğini ve bunun iyi bir özellik olduğunu söylüyor. Bu durumun bizim uyguladığımız tablet politikasıyla bir alakası var mı, tam olarak bilmiyorum; ben, kuruyorum.

Geçen gün (yine bir yolculukta) bir süre sesi çıkmadı Aras’ın arka koltukta, aynadan şöyle bir yokladım, camdan dışarıya bakıyordu, dalmıştı, yukarıya, mavi gökyüzüne, bulutlara takılmıştı gözleri. Sanırım yine dinleniyordu!

Aşırıya kaçmamak şartlıyla arada böyle dalmak iyidir, büyüklere de önerilir...


20 Eylül 2016 Salı

BURADA ROL YAPAN KİMSE YOK, BEYEFENDİ!

Onu ilk kez Uzak İhtimal’de izlemiştim. Galata’da bir apartmanda, karşı dairesinde yaşayan bir rahibe adayına ilgi duyan müezzin rolündeydi (dinler arası diyalog?) Sonra Kış Uykusu’nda kısa ama etkili sahnelerle geliyordu. Bu yakınlarda izlediğim Sarmaşık’ta ise kelimenin tam anlamıyla döktürmüş! Abarttığımı düşünenler olabilir,  olsun: Bir benzerini ancak Dustin Hoffman’da, Al Pacino’da ya da ne bileyim Jack Nicholson’un oynadığı arıza karakterlerde izleyebileceğimiz nefis bir performans.


“Burada rol yapan kimse yok” demem, bir aktörün oyunundaki doğallığı vurgulamak için.  Nadir Sarıbacak gibi oyuncular bir rolü canlandırmıyorlar, direkt o roldeki kişi oluyorlar. Lokantada yanınızdaki masada yemek yiyen adam veya oto-sanayideki bitirim delikanlı kadar doğallar. Film bittiğinde o adam veya kadının gerçekten hayatta olduğunu, yakınlarda bir yerlerde yaşadığını düşünüyorsunuz. Bu durum pek çok edebiyat eseri için de (mesela Yaşar Kemal’in veya Dickens’in romanları) geçerli değil midir? Belki edebiyatseverlerin bu tarz filmleri özellikle sevmesinin nedeni de budur.

Tabii, bu duyguyu ekranın bu tarafına geçirmek öyle kolay bir iş değil. Kış Uykusu yazımda Nejat İşler üzerinden söylemiştim: Bir oyuncunun gerçek potansiyelini TV dizilerinde nadiren izleriz. Bize bu hazzı ancak sinema yaşatır. İşinin ehli bir yönetmenin elinde, iyi yazılmış diyaloglara yaslanan bir aktör perdede yükselir, büyür.

Konuya Nadir Sarıbacak özelinden girdik ya, aslında kastımız bu tip filmlerdeki* bu tip oyuncuların tamamıdır ve aslında bu, bir ‘yönetmene övgü’ yazısıdır. Bahsettiğimiz tarzdaki oyunculuğun gerçekleşmesi için oyuncu seçimi ve yönetimi en önemli hususlar kanımca.  Ve böyle filmlerin belli niteliklere sahip olması gerekiyor: Sakinlik, sahicilik, kendinden eminlik, sindirerek anlatım vb. Gişeye belki tersten etki yapan şeyler ama sinemayı sinema yapan da bunlar bence.

Tolga Karaçelik’in bu Altın Portakal ödüllü filmindeki sembolizme (sarmaşık, salyongozlar, Kürt) burada hiç girmiyorum. Sadece BEDAŞ sahnesini çok sevdiğimi ve birkaç defa izlediğimi söyleyeyim. Ve bu yüzden şu aralar derste bir şey anlatırken örnek vermek isteyip de hafif tıkandığımda  “...işte öküzdü, inekti” dememek için kendimi zor tutuyorum!

*Bu tip filmlerin tanımı ve kapsamı nedir, tam olarak bilmiyorum. Böyle durumlarda tanımlardan ziyade örnekler işe yarar. Benimkiler şöyle sıralanabilir: Çoğunluk, Sonbahar, Yozgat Blues, Kader, Kış Uykusu, Abluka, Sarmaşık.


                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...