15 Aralık 2015 Salı

PRENS SABAHATTİN BEY

Demir Özlü’nün bu isimde bir öyküsü vardır. Tuhaf bir öyküdür. Belki yaratıcı yazarlık kurslarında, öykü atölyelerinde ilk sırada işlenecek metinlerden sayamayız onu ama kurmacanın içeriği ve alabileceği boyutlar açısından iyi bir örnek olduğu rahatlıkla söylenebilir.  Ve Demir Özlü’nün diğer pek çok öyküsü gibi keyifle okunur.


Öykünün tuhaflığı akışındadır. Anlatıcı oğluyla ilk kez Londra’ya gelmiştir. Ilık bir Londra sabahında havaalanına inerler. Etraflarına hayranlıkla bakan, her anı yaşamaya çalışan iki turisttirler. Sonra gece olur, öykü başka bir biçime bürünür. Anlatıcı sabaha karşı uyanır ve  yatağının ucunda bir misafir bulur: Prens Sabahattin Bey! Bir serap gibidir bu bölüm, uyanıkken görülen bir rüyadır. Sonra bu ikisi konuşmaya başlarlar. Burada yazar, Sabahattin Bey’i günümüze taşır, “Yeni dilden de sözcükler kullanıyorsunuz şimdi, görüyorum bunu,” der.

Demir Özlü bu tarihi kişiliği öykü yoluyla konuşturmuş, onun düşüncelerini anlatıcının ağzından bize aktarmak istemiştir -bunlar besbelli Özlü’nün de benimsediği düşüncelerdir. Gündüzleri oğlu Tim’le Londra sokaklarını dolaşan anlatıcı, geceleri onu ziyarete gelen Prens Sabahattin Bey’i ağırlar; onunla derin sohbetlere koyulur. Hayatını okumuştur, hakkında çok bilgisi vardır. Konuştukları konular dağılan İmparatorluk, İttihat Terakki’nin bir sultaya dönüşen yönetim sistemi ve ‘dayım’ sultan Abdülhamit Han’dır:

Ülkede, hürriyet diyemeyeceğim -çünkü hürriyetin temelleri sağlam olmalıdır, her zaman hürriyeti koruyacak ölçüde sağlam güçler olmalıdır- ama kaotik bir serbestlik vardı. Seçimler yapılacak Millet Meclisi açılacaktı. Milliyetçi olan, bu yüzden otokrat eğilimleri içlerinde taşıyan İttihatçılar, seçimlere girmemi, seçilmemi önleyeceklerdi.  

Burada öykü sanatı tarih biliminin, siyaset felsefesinin sularına girmiştir ve bu diyalogda iktidar olgusu üzerine sıkı bir eleştiri de vardır. Öyküde edebiyat adamının üretme sürecindeki o kendine özgü ferahlığını, disiplinler arası bir mecrada kalem oynatabilme esnekliğini görürüz. Biraz da Kendine Ait Bir Oda’da geçen şekliyle söylersek ‘kurmaca yazının bir kalıtçı olduğu kadar bir yaratıcı olduğunu’  hatırlarız.

Şunu ayrıca severim: Edebiyatın bir gerçekliği yarı hayal bir şablonun içine koyup sunma potansiyeli (ve şansı) vardır. Buradan yola çıkıp düşünce üretmek,  düşünce yaymak da pek ala mümkündür. Demir Özlü gibi güçlü yazarlar bu tip metinler kurarak hem söz konusu potansiyeli harekete geçirirler hem de yazma ediminin keyfini yaşarlar. Ve okuyucu satırları kat ederken bu keyfi ziyadesiyle hisseder.  

Biliyorsunuz, bizde hemen hemen hiç kimse, bir üst düzeye sıçrayarak düşünemez. Bizde düşünce, olayların akıntısına kapılmaktır. Siyasal olgunluk, insan sevgisi gerekliydi. Hürriyetçilik bu siyasal olgunluğa, ulaşamaz idiyse, kuru bir sözden başka ne olabilirdi. Özgürlüğün siyasal, toplumsal, ekonomik, somut gereksinimleri vardır. Ama onlar kadar önemli bireysel ve düşünsel dayanakları da. Nitekim bunları görmeyenler, 1908’den sonra on yıl içinde imparatorluğu büyük bir hızla çökerttiler.

Prens Sabahattin Bey’i geçen gün yine açıp okudum.  Benim de hep merak ettiğim, hakkında bir şeyler öğrenmek istediğim bu tarihsel kişiliğin şüphesiz sadece yaşamöyküsü bile bize Türkiye’nin Ruhuyla ilgili önemli şeyler söyler. Demir Özlü Prens Sabahattin Bey’in birey, sivilleşme, yerinden yönetim gibi konularda söylediklerini özetleyerek edebi bir formda bize aktarırken sanki yakın tarihimize de değinmektedir:

Birey, bizim kullandığımız terimle ferdiyet ortaya çıkmazsa o zaman her eğilime kolayca meyledebilir insanlarımız, hatta aydınlar da... Yöneticiler, kişisel ahlaktan yoksun olarak türlü kılıklara girebilirler. Özgürlük adına yola çıkanlar tarihte eşine rastlanması çok güç otokrat olabilirler... Bir yığın insan otokrasinin bir parçası olmakla ya da ona boyun eğmekle bir kişilik kazanacaklarını sanabilir. Geri toplumsal yapılar, ilkel materyalizm, günlük pragmatizm ve despotizm üzerine oturmuşlardır. 

Yeri geldikçe kendisini deneme türüyle ören bu öykü sonuç itibariyle bir insan öyküsüdür, bir insanın trajik öyküsüdür:

Sonra 1918’de yeniden İstanbul’a döndünüz. Ardından da, hiç ummadığınız bir zamanda, Cumhuriyet’in ilanından sonra, 5 Mart 1924, gece yarısı yirmi dört saat içinde yurdu terke zorlayan o çağrıyı aldınız. Çağrıyı getiren komiser ağlıyordu. Sultanın zulmüne başkaldırmış olan siz, sultanın akrabası olduğunuz için sürgüne gidecektiniz.  

26 Kasım 2015 Perşembe

GALOŞ

Dişçiden çıktık. Arabaya doğru yürüyoruz. Aras’ın bir yanağı şiş, gene de oynaya zıplaya gidiyor iki adım önümde. Genelde yaptığı gibi kendi kendine konuşup duruyor. Ama o da ne? Ayaklarında galoşlar duruyor Aras’ın, galoşlarını çıkarmayı unutmuş. Bakıyorum, bende de durum aynı, binadan çıktığımız gibi atmışız kendimizi dışarı, sokağın ortasına kadar gelmişiz, öyle galoş galoşlu!

Duruyorum. Aras da durup dönüyor. Bak! Ne oldu baba? Bak! Bir an bekliyor,  anlamsız anlamsız yüzüme bakıyor. Sonra ayaklarıma kayıyor gözleri ve sonra da kendi ayaklarına. O an çocuk gözleri büyüyor, bir “Hadi be!” patlatıyor. Ve birlikte bir kahkaha koy veriyoruz.
                                                                     ***

Eve geliyoruz. Biz daha sitenin girişindeyken Nilay, arabanın sesini duymuş olacak,  kapıya çıkıyor.  Halimize bakıp gülüyor: “Hey Allah’ım..!” diyor. “Ne yaptınız siz, şaşkınlar?”

25 Ekim 2015 Pazar

OKUDUKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR


Dublinliler’deki öyküleri ilk kez bir üniversite öğrencisiyken okudum ve hiç bir şey anlamadım! O yaz Fethiye’deydim, gündüzleri tekne turu için bilet satmaya çalıştığım sahil yolunda akşamları dizi dizi stantlar açılır, genelde biblolar, tişörtler ve kupalar satan bu yerlerde birkaç tane de kitapçı olurdu. Bir akşam burada dolaşırken James Joyce adını gördüm. Bu isme okuldaki derslerden dolayı zaten aşinaydım; bizim bölümde (İngiliz Dil Bilimi) alan derslerinin yanı sıra İngiliz ve Amerikan edebiyatından örneklerin işlendiği pek çok short story dersi vardı ve benim için bu ikinci grup her zaman daha çekici olmuştu. O akşam bu duygularla Dublinliler’i aldım ve bu çok meşhur kitabın dünyasına girmeye çalıştım. Ama bir sorun vardı: Okuduklarım bana hiç bir tat vermiyordu! Edebiyat dünyasında böylesine kendine özgü bir yeri olan bir yazarın doğup büyüdüğü şehirde geçen bu öyküler hiç bir şekilde bana hitap etmiyordu. Üstelik dili de öyle çok özel, hani nasıl derler, ‘edebi’ gelmemişti bana! Düşünüyor ama bir türlü bulamıyordum. Bu yazar neden bu kadar ünlüydü, bunlar ne biçim öykülerdi?

Biyolojik yaş, psikolojik yaş, e bir de okurluk yaşı var herhalde, diye düşünüyorum şimdi. İnsanın belirli metinlerdeki edebi tadı hakkıyla duyabilmesi için önce başka metinlerden geçmesi, belli bir okurluk anlayışına ulaşması gerekiyor. Siz okudukça yeni metinler açılıyor önünüze, bu kesin. Çeşitlilik sizi besliyor. Bir süre sonra daha seçici olmaya başlıyorsunuz. Bu bakımdan (yazarlık kadar olmasa da) okurluk da bir zaman meselesi olarak ortaya çıkıyor, bir hazırlık evresi, bir altyapı istiyor.

İnsan 30’undan önce Joyce okumamalı, diye bir iddiam yok tabii; bunu söylemiyorum, sadece sürecin (bazen) ben de nasıl işlediğini anlatıyorum. Geçenlerde Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ı okuyup ondan hiç hoşlanmadığını söyleyen bir öğrencime de benzer şeyler söyledim. Selim İleri’nin Deniz Feneri’ni ilk okuyuşunu “Pek başarılı bir okuma değildi...” diye anması da bu anlattıklarıma bir başka örnektir. Üstelik benim için sadece Dublinliler ilgili bir mesele de değil bu. Aynı şey Yeraltından Notlar’da da olmamış mıydı? Veya o akşam Fethiye’de aldığım kitap Altı Ay Bir Güz olsaydı, bu benim edebiyattan tamamen soğuyacağımın resmi olmaz mıydı?

Yıllar sonra Dublinliler’i tekrar aldım (ilk kitap Ege’de kalmıştı çünkü). Öğrenciyken bana hiç okuma zevki vermeyen bu Dublin öykülerini çok sevdim, kitabın dünya edebiyatı içinde özel bir yere sahip olmasının nedenlerini şimdi az çok anlıyorum ve bazı öyküleri dönüp dönüp okuyorum. Belki de en çok şu sebepten: Bu öyküler her şeyden önce iyi bir metnin vadettiği estetik hazzı veriyorlar okura. Tabii, dediğim gibi, bu haz zaman içinde gelişen bir şey, onu kazanmak için sanırım çok okumak, hep okumak, farklı yazarları tanımak ve değişik metinlerden geçmek gerekiyor. Bunun düpedüz bir eğitim süreci olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dublinliler’de arada döndüğüm, her defasında başka bir tat aldığım öyküleri okurken (Eveline, Ölüler, Üzücü Bir Olay) James Joyce’un yazınsal  gücünü yeniden hissediyorum; cümleler arasındaki geçişler, paragraflardaki akış, süsten ve fazlalıklardan arındırılmış o doğal anlatım beni tekrar tekrar şaşırtıyor. Ve bir zamanlar pek de ‘edebi’ bulmadığım bu metinleri okurken kendime o zamanlar 'edebiyat' deyince ne anladığımı da soruyorum.

Ataoğlu Behramoğlu’nun (sanırım) en çok bilinen şiirinin adını biraz değiştirdim, bu yazıya başlık için: Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var. Bu şiir yaşama sevinci, hayata sarılma, ona sahip çıkma izleğini işler. Kuşkusuz benim yazdığım bu ‘okuma / okumayı öğrenme’ yazısıyla ile pek ilgisi yok. Ama madem başlığını kullandık, bu şahane şiiri de yazının sonuna koymadan olmaz şimdi:

 YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:

Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi

Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten

Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
 İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne

Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa

Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır

Kopmaz kökler salmaktır oraya 
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını

Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin

Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara

Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
 İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine

Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın

Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
 Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar

Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın

Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu

Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
 Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle

Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı

Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına

Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
 Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:

Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına

Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır

Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.






13 Eylül 2015 Pazar

BÖYLE OLUR KÜÇÜK ŞEHİRDEKİ YAZAR ADAYININ ATÖLYESİ

I.
Kitabevine giriyoruz. Hemen sağdaki reyonun önünde duruyorum. Aradığım, orada. Uzanıp alıyorum ve bir yere çöküp işaret parmağımla İçindekiler’in üzerinde hızla dolaşıyorum. Ve sayfayı açıyorum. Aras, başımda:
-Bak!
-Bu ne baba?
-Sence ne?
Aras biraz eğiliyor, sayfanın üstünde adımı okuyor.
-Bu ne baba?
-Bu, bir öykü.
-Baba, bu kitabı sen mi yazdın?
-Bu kitap değil, bir dergi. Buraya herkes yazı yolluyor, dergiyi çıkaranlar o yazıyı beğenirlerse dergide yayımlıyorlar.
- Seninkini beğenmişler mi?
- E, beğenmişler ki buraya koymuşlar.
- Anladım.
- Aferin!
-Baba, sen şimdi ünlü mü oldun?
- ???

II.
Aras’a gösterdiğim öykünün adı Caner. Notos’un 45. sayısı. Geçen yıl Nisan. Caner derginin sayfalarına ulaşana kadar ciddi bir evrim ve uzun bir yolculuk  geçirdi aslında. Bu da işte öykünün hikayesi:

İlk hali sanırım iki sayfaydı, 400 kelime falan. 2008 ya da 2009 olacak, Notos’a ilk o zaman yollamıştım. İnan Çetin değerlendirme yazısında yaklaşık olarak, “Kurgusu zayıf, kurguya daha çok eğilmeniz lazım” diye yazdı. Ve haklıydı. Sonra ben Caner’i biraz daha genişlettim, onu önceden yazdığım başka bir metinle –öyküleştirerek- birleştirdim. Ve biraz daha işledim. Bir zaman sonra Varlık’a yolladım. Hatice Meryem “Bu ay giriş paragrafı en güzel öykü sizinkisi,” diye yazdı. Bu güzel bir haberdi, ama işte hiçbir dergi öyküleri giriş paragrafları için yayımlamıyordu! Öte yandan, bunun ciddi bir teşvik olduğu da yadsıyamazdım; devam ettim. (Hatice Meryem bu tarihten bir kaç ay sonra Hastane Kendimize adlı öyküme onay verecek ve bu, benim bir basılı dergide çıkan ilk öyküm olacaktı.)

Biraz daha zaman geçti. Belki bir yıl. Arada başka şeyler yazdım, çeşitli dergilerde bir iki öyküm daha çıktı. Caner’e de ara ara dönüp düzeltmeler yaptım. Öykünün üzerinde çok oynadım ama ismi hep aynı kaldı. Sonra, devir sosyal medya devri,  bir şekilde Semih Gümüş’e ulaştım. Semih Bey öyküyü okudu ve o haliyle bir dergide yayımlanacak seviyede olmadığını söyledi. O zaman çok hayal kırıklığına uğradım, desem yalan olur. Bazen (yetkin) birinin size “Bu olmamış” demesi de bir şeydir. Olma haline giden yolda pek çok henüz olmama durumu olduğunu gayet iyi biliyorum. Sonuçta ben de bir öğretmenim.


Caner’in ‘hali’ ile ilgili önerileri dikkate aldım, onu dinlendirdim ve ara ara dönüp baktım. Bu arada bol bol Sait Faik ve Memduh Şevket okudum, öyküde olmasını istediğim ton için (rahat, gamsız, sakin ama azıcık dertli) biraz kafa yordum.  Öyküde düzeltmeler yaptım ve birkaç sayı geçtikten sonra Notos'a yine yolladım.

III.

Beklemek, yazma sürecinde, daha çok da yayımlama sürecinde belirleyici etmen. Daha geçenlerde, bana sırada çok öykü olduğunu, yayın kurulunca onaylanan öykümün dergiye konmasının biraz zaman alacağını ileten bir başka dergi yöneticisine şöyle yazdım: Bu, sorun değil. Yazmak ve beklemek arasında yakın bir ilişki olduğunu artık öğrendim.”

Hasılı, Notos’a ulaşmak için uzun bir yol kat etmesi gerekti Caner’in. Tüm bu hareketlilik bir hiza getirdi yazdığım şeye, yazım sürecinin yenilenmesini, metnin güncellenmesini sağladı. E, zaten böyle olması da gerekiyordu; bunun aksi, öykünün donuk ve kendi içine dönük bir metin olarak kalması demekti ki bu Yazı’nın olgunlaşması önünde en büyük engeldir. Bugün artık bunu daha iyi biliyorum. 

İşbu yazıyı da öykü yazmakla ilgilenen ve arada sırada “Dergilere öykü gönderirken neler yapmamız gerekiyor?”, “Bize dönüyorlar mı?” diye soran genç arkadaşlar için, bir de “Yok abi, mutlaka editör bir ahbabın olacak, tanıdığın olmadan hayatta yayımlamazlar” diye düşünen şüpheciler için yazdım.

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...