Demir Özlü’nün bu
isimde bir öyküsü vardır. Tuhaf bir öyküdür. Belki yaratıcı yazarlık kurslarında,
öykü atölyelerinde ilk sırada işlenecek metinlerden sayamayız onu ama kurmacanın
içeriği ve alabileceği boyutlar açısından iyi bir örnek olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ve Demir Özlü’nün diğer pek çok öyküsü gibi keyifle
okunur.
Öykünün tuhaflığı
akışındadır. Anlatıcı oğluyla ilk kez Londra’ya gelmiştir. Ilık bir Londra
sabahında havaalanına inerler. Etraflarına hayranlıkla bakan, her anı yaşamaya
çalışan iki turisttirler. Sonra gece olur, öykü başka bir biçime bürünür.
Anlatıcı sabaha karşı uyanır ve yatağının
ucunda bir misafir bulur: Prens Sabahattin Bey! Bir serap gibidir bu bölüm, uyanıkken
görülen bir rüyadır. Sonra bu ikisi konuşmaya başlarlar. Burada yazar,
Sabahattin Bey’i günümüze taşır, “Yeni dilden de sözcükler kullanıyorsunuz
şimdi, görüyorum bunu,” der.
Demir Özlü bu
tarihi kişiliği öykü yoluyla konuşturmuş, onun düşüncelerini anlatıcının
ağzından bize aktarmak istemiştir -bunlar besbelli Özlü’nün de benimsediği
düşüncelerdir. Gündüzleri oğlu Tim’le Londra sokaklarını dolaşan anlatıcı, geceleri
onu ziyarete gelen Prens Sabahattin Bey’i ağırlar; onunla derin sohbetlere
koyulur. Hayatını okumuştur, hakkında çok bilgisi vardır. Konuştukları konular
dağılan İmparatorluk, İttihat Terakki’nin bir sultaya dönüşen yönetim sistemi ve
‘dayım’ sultan Abdülhamit Han’dır:
Ülkede, hürriyet diyemeyeceğim -çünkü
hürriyetin temelleri sağlam olmalıdır, her zaman hürriyeti koruyacak ölçüde
sağlam güçler olmalıdır- ama kaotik bir serbestlik vardı. Seçimler yapılacak
Millet Meclisi açılacaktı. Milliyetçi olan, bu yüzden otokrat eğilimleri
içlerinde taşıyan İttihatçılar, seçimlere girmemi, seçilmemi önleyeceklerdi.
Burada öykü sanatı
tarih biliminin, siyaset felsefesinin sularına girmiştir ve bu diyalogda
iktidar olgusu üzerine sıkı bir eleştiri de vardır. Öyküde edebiyat adamının
üretme sürecindeki o kendine özgü ferahlığını, disiplinler arası bir mecrada
kalem oynatabilme esnekliğini görürüz. Biraz da Kendine Ait Bir Oda’da geçen
şekliyle söylersek ‘kurmaca yazının bir
kalıtçı olduğu kadar bir yaratıcı olduğunu’ hatırlarız.
Şunu ayrıca
severim: Edebiyatın bir gerçekliği yarı hayal bir şablonun içine koyup sunma
potansiyeli (ve şansı) vardır. Buradan yola çıkıp düşünce üretmek, düşünce yaymak da pek ala mümkündür. Demir
Özlü gibi güçlü yazarlar bu tip metinler kurarak hem söz konusu potansiyeli
harekete geçirirler hem de yazma ediminin keyfini yaşarlar. Ve okuyucu satırları
kat ederken bu keyfi ziyadesiyle hisseder.
Biliyorsunuz, bizde hemen hemen hiç kimse,
bir üst düzeye sıçrayarak düşünemez. Bizde düşünce, olayların akıntısına
kapılmaktır. Siyasal olgunluk, insan sevgisi gerekliydi. Hürriyetçilik bu
siyasal olgunluğa, ulaşamaz idiyse, kuru bir sözden başka ne olabilirdi.
Özgürlüğün siyasal, toplumsal, ekonomik, somut gereksinimleri vardır. Ama onlar
kadar önemli bireysel ve düşünsel dayanakları da. Nitekim bunları görmeyenler,
1908’den sonra on yıl içinde imparatorluğu büyük bir hızla çökerttiler.
Prens Sabahattin Bey’i geçen gün yine açıp okudum. Benim de hep merak ettiğim, hakkında bir
şeyler öğrenmek istediğim bu tarihsel kişiliğin şüphesiz sadece yaşamöyküsü bile
bize Türkiye’nin Ruhuyla ilgili
önemli şeyler söyler. Demir Özlü Prens Sabahattin Bey’in birey, sivilleşme,
yerinden yönetim gibi konularda söylediklerini özetleyerek edebi bir formda
bize aktarırken sanki yakın tarihimize de değinmektedir:
Birey, bizim kullandığımız terimle ferdiyet ortaya çıkmazsa o zaman her eğilime kolayca meyledebilir insanlarımız,
hatta aydınlar da... Yöneticiler, kişisel ahlaktan yoksun olarak türlü
kılıklara girebilirler. Özgürlük adına yola çıkanlar tarihte eşine rastlanması
çok güç otokrat olabilirler... Bir yığın insan otokrasinin bir parçası olmakla
ya da ona boyun eğmekle bir kişilik kazanacaklarını sanabilir. Geri toplumsal
yapılar, ilkel materyalizm, günlük pragmatizm ve despotizm üzerine oturmuşlardır.
Yeri geldikçe kendisini
deneme türüyle ören bu öykü sonuç itibariyle bir insan öyküsüdür, bir insanın trajik
öyküsüdür:
Sonra 1918’de yeniden İstanbul’a döndünüz.
Ardından da, hiç ummadığınız bir zamanda, Cumhuriyet’in ilanından sonra, 5 Mart
1924, gece yarısı yirmi dört saat içinde yurdu terke zorlayan o çağrıyı
aldınız. Çağrıyı getiren komiser ağlıyordu. Sultanın zulmüne başkaldırmış olan
siz, sultanın akrabası olduğunuz için sürgüne gidecektiniz.
1 yorum:
Tek kelimeyle müthiş. Prens Sabahattin'in haakkını veren tek yazar Demir Özlü'dür.
Yorum Gönder