Four Skills
1.
Öğrencilerimizin
çoğu kendilerini en rahat hissettikleri becerinin Reading olduğunu söyler. Nedeni basit: Okurken yalnızsındır, kimse seni zorlamaz, kimse senden bir şey
beklemez. Düşünmek için zaman da vardır. Üstelik her şeyi anlamadığınız
durumlarda bile okuduklarınızdan genel bir sonuç çıkarmak mümkündür. Bu son
dediğim zaten Reading'in amaçlarından biridir.
2.
Listening
ise öyle değil. Konuşulanları anlamak sıkı bir birikim, hız ve pratik
gerektirir. Bugünlerde bol bol dizi izlemek bu sorunu kısmen çözmüş
görünmektedir. Ama yolun başında olanlar için şöyle az dolu bir native speakers
diyaloğu ciddi bir külfet anlamına gelir. Adamı resmen yorar bu konuşmalar! Böyle
durumlarda öğrencilerimizin geleneksel mazeretleri vardır: Kayıttakiler ya inanılmaz
hızlı konuşuyorlardır ya da orada söylenen şeyler buradaki kulağa net bir
şekilde ulaşmıyordur (Çok yutuyorlar hocam!) Bu bakımdan Listening her
zaman zorlayıcı bir aktivitedir. Sınavlarımızın Listening bölümü bittiği
an bazen salonda düşük yoğunluklu bir uğultuyla birlikte gülüşmeler duyulur. Kalemini
bir kenara atanlar bile olur.
3.
Writing becerisi
de kendine özgü dertler getirir. “Aklıma yazacak bir şey gelmiyor, hocam” en sık
duyduğumuz yakınmadır. Çünkü Türkiye’de kimse kuş gözlemlemeye gitmez! Hobilerimiz,
ilgi alanlarımız sınırlıdır, olduğunda da onları hayata geçirecek ortam pek
olmaz. Gerçi akla bir şey gelse ne olacak? Onu düzenli bir şekilde yazıya dökmek
çetin bir iştir. Bu, öğrenmekte olduğumuz yabancı bir dilde geçerli değildir
sadece. Kişinin ana dilinde bile okunaklı, sürükleyici şeyler yazması öyle kolay
bir iş değildir- kendimden biliyorum!
4.
Speaking en zor olan mı acaba?
Sanırım çoğu öğrenci böyle düşünüyor. Zaten nihai hedef de budur. Konuşabiliyorsanız,
diğerlerini zaten bir şekilde yapıyorsunuz demektir (-generally speaking,
I mean!) Ama konuşma pek sonra gelir. Türkiye’de herkesin bir “Anlıyorum
ama konuşamıyorum” dönemi vardır. Ben burada yine duramayıp bir Ortaçgil
göndermesi yapayım: Anlamak konuşmaya yetmez!
Dilimizin Bilgisi
Bu dört
becerinin yeter miktarda dilbilgisi istediğini söylemeye gerek yok. Ne var ki
eğitim sistemimiz gramere ve tablolara geldi mi yeter nedir bilmez. Konuşma yok,
yazmak yok, ama Present Simple her daim yeniden anlatılır. Geniş Zaman kritik
bir konudur. Bu aralar daha az, ama eskiden öğrencilerimizden en sık duyduğumuz
soru, bu dönem kaç tense göreceğiz, sorusuydu. Biz ulus olarak zaman kiplerine
büyük önem veririz, bunun için zamanımız pek geniştir!
Ama işin bitirici
kısım sözcüklerdir. Dört becerinin de olmazsa olmazı, hepsinin tutkalı aslında
kelime bilgisidir. Sözcükleri öğrenmek, onları hafızada tutmak saatlerce mesai
ister. Ama başka çare de yoktur. Sözcükler şarttır. Onlar olmasa kime ne söylenebilir!
Denize
düşen
Uzun sayılabilecek
bir KPDS-UDS-YDS ‘kariyerinden’ sonra kendimi Zoom’da ekran paylaşırken
buldum! Aradaki akademik dünyada yaşanan kriter değişimlerini, salgının başlamasını,
uzaktan eğitime geçişi falan geçiyorum. Bir süredir Talk From Home adı
altında Zoom’da yaptığım birebir derslerden şu (sanırım zaten
bilinen) sonuca vardım: Dil eğitiminde çok az şey, konuşmak ve bir şeyler
söylemek zorunda olmak kadar öğretici! Çok az şey o an karşılanması gereken bir
ihtiyacın sağladığı kalıcılık duygusunun yerini tutuyor. Şu bir gerçek ki konuşmak
ve diyaloğu sürdürmek mecburiyetinde olmak bir yapının veya sözcüğün daha etkin
ve hızlı bir şekilde yerleşmesine imkan tanıyor. Ben bilinen bir kıtayı yeniden
keşfetmiyorum bunların söylerken, hele kısa bir yurtdışı deneyiminin bile kişinin
dil düzeyini ne kadar değiştirdiği hepimizin malumuyken.
Bir iki anı-vaka,
minik-örnekle söylemek gerekirse: Konuşmamız esnasında iki cümleyi birbirine
bağlarken öğrencimin durakladığını gördüğümde, mesela, at such times,
diyorum. Muhatabım ipi oradan alıp tırmanmaya devam ediyor: At such times, I
become more talkative. Bazen de karşımdaki kişi daha önce hazırlandığı ama
arada kontra sorulara maruz kaldığı bir konuda güzel güzel bir şeyler anlatırken,
aniden durup "göz-lem-le-mek...” diye mırıldanıyor, ben de hemen imdada
yetişip puzzle’ın eksik parçasını uzatıyorum. Benim tecrübeme göre, yani sonraki derslerden anladığım kadarıyla, konuşmacının yaşadığı bu instant epiphany çarpıcı bir öğrenme deneyimi sunuyor kişiye. Ya da mesela, şu That’s the whole idea,
ifadesini ele alalım. Bu tip bir ifadeyi başka iki kişinin konuşmasında
duymakla, onun direkt yüzünüze söylenmesi arasında bir fark olmayacak mı? Şüphesiz, oluyor. Şu kullandığım “duymakla” sözü bile
belirleyici burada, çünkü çoğu zaman böyle şeyleri duymuyoruz da.
Gerçeklik ve
İçtenlik
Geldik en önemli
meseleye! Yukarıda anlatılanlar bir yana, bizi asıl konuşturan şey
duygularımızdır. Arkadaş toplantılarını düşünün: Üstüne az düşündüğümüz, bizi o
kadar da ilgilendirmeyen konularda edecek pek bir laf bulamayız. Konuşmayı canımız
istemez hiç. Ama işin içine öfke, mutluluk, şaşkınlık gibi hisler girince
konuşmamız değişir, daha içten hale gelir. İngilizce meselesinde de durum
farklı değil. Gerçeklik duygusu bizi
yüzeysel sözler söylemekten alıkoyar. Mesela, en iyi arkadaşımız hakkında
konuşurken hissettiklerimiz ve gözlerimizde beliren parıltı söyleyeceklerimizi
destekler. Sevdiğimiz, bildiğimiz bir filmi daha bir hararetle anlatırız. Aynı
şekilde gender konuşurken, Bir Başkadır'daki bir karakteri çekiştirirken ya da Boğaziçi meselesini tartışırken, yani
biraz takık olduğumuz konularda İngilizcemiz de akıcı hale gelir. O
kadar ki o ana kadar belki biz bile bunun farkında değilizdir.
Hasılı gerçeklik
duygusu, sahicilik hissi yaratıcılığı besler. Konuşmanın anlamlı olmasını
sağlar ve bu da bizi daha ikna edici yapar. Duygular karşımızdakine böylece daha
rahat geçer.
E, durum edebiyatta da böyle değil midir? Sanatta da böyle değil midir? Sorarım size.