9 Mart 2016 Çarşamba

RIFAT DİYE BİRİ


Tomris Uyar, çevirisini de yaptığı Bayan Dalloway için yazdığı önsözde eleştirmen David Daisches’in bu kitap için kullandığı şu ifadeyi anar: “... bir çözüm ya da varılan bir sonuçla bitmez roman”. Belki büsbütün yeni bir durum değildir ama Büyük Romanlar Çağı’ndan sonra gelen dönemde Proust, Joyce ve Woolf gibi yazarların getirdikleri biçim ve içerikler olay akışına ve başlangıç-son çizgisine farklı yaklaşımlar getirmiştir; artık kurmaca yazında Düşünce ve Hafıza daha fazla ön plandadır. Ve bugün de aynı eğilimin artarak sürdüğü söylenebilir. Günümüz edebiyatında serim-düğüm-çözüm formülünü izlemeyen, buna gerek duymayan pek çok roman yazılıyor. Ve son zamanlarda bazı yazarlar bu şekilde kotardıkları eserlerini “düşünce romanı” olarak tanımlıyorlar.


Seyrek Yağmur’da aradığını bulamayanlar sanırım bu küçük romanı biraz da kendi ‘Bıçakçı beklentilerini’ pek karşılamadığı için sev(e)mediler. Çünkü Rıfat’ın hikayesi önceki Bıçakçı kitaplarında az çok belirgin olan bir olay / sonuç çizgisini dahi izlemiyor. O kadar ki bu parçalı anlatımı kat eden okur, kimi yerlerin konudan ayrı, bağımsız bölümler olarak yazılmış olduğunu bile düşünebilir. Şu kısım bir anekdot, bu bölüm bir anı parçası, burası da bir rüyanın dökümü olarak da yazılabilirmiş, diyebilir. Ama bunda bir sorun yok, zaten kurmacanın doğası biraz da bunu gerektiriyor. Önemli olan, tüm bunları birleştirirken bir bütünlük duygusuna ulaşabilmek ve kahramanın hayatına ve içinde bulunduğu ruh durumuna dair net bir resim sunabilmek. Bence Seyrek Yağmur’da var bu. Biraz oradan, biraz buradan derken roman ilerledikçe Rıfat ete kemiğe bürünüyor. Takıntılarını rahatsızlıklarını, kayıplarını öğreniyoruz. Annesi ve yeğeni Ali, kendi dertleriyle ara ara Rıfat’ın karşısına çıkarken aslında onun hayatını daha iyi anlamamızı sağlıyorlar.

Seyrek Yağmur’a başlamadan önce ben de kitap hakkında yapılan yorumları görmüş, okumuştum, kafam da karışmıştı açıkçası. Minimal anlatımı ve edebiyat içi göndermeleriyle bezediği kısa romanlarıyla yazın dünyamızda kendi okur kitlesini yaratan yazarlardan olan Barış Bıçakçı’nın bu yeni kitabı, bazı okurları (ki içlerinde yazma edimiyle uğraşanlar da vardı) hayal kırıklığına uğratmıştı. Ve kitabın gerek sosyal medyada gerek kitap sitelerinde -kapak tasarımından başlayarak- uğradığı eleştiri yağmuru pek öyle seyrek türden de sayılmazdı.

Öte yandan, kitabevinde ayak üstü okuduğum açılış bölümü, adıyla (Günler Damlıyor) ve daha ilk birkaç cümlesiyle hoşuma gitmişti. Yani bu bölüm, oturup kitabı okumaya başlamadan önce de aklımda yer etmişti. Günlerin damlaması güzel ve sarsıcı bir metafordu, zamanın uçup gitmesine (nereye) ve ömrün yitip tükenişine (nasıl) dair bazen ‘salonda’ oturup konuştuğumuz tatsız gerçeği pek zarif bir biçimde özetliyordu:

Bir Pazar sabahı Rıfat günlerin aynı kaba damlamadığını fark etti. “Günler damlıyor ama aynı kaba değil,” dedi. Gökyüzüne baktı: Boştu. Hiç bulut yoktu, aslında hiç bir şey yoktu. Çağımızın çıplak güneşi her şeyi yok etmişti, enginliği bulutları ve kuşları... Maviyi bile yok etmişti, sonra da sırasıyla diğer renkleri, bazı sesleri, kelimeleri ve anlamları. İnsan bu yoklukta yeni bir şey söyleyemez, olsa olsa kendini tekrar ederdi.

“Günler damlıyor ama aynı kaba değil,” diye tekrarladı Rıfat. “Yani her şey boşa mı gidiyor, boşuna mı yaşıyorum?” Müthiş bir huzursuzluk duydu. Huzursuz olduğuma göre, diye düşündü, bunda bir yanlışlık var, günler aynı kaba damlamalı.

Ama romana yöneltilen eleştirilerin bir bölümü anlamsızca acımasızdı, acımasızmış, bunu şimdi kitabı okuyunca daha iyi anlıyorum. Mesela, Seyrek Yağmur’u veya herhangi başka bir kitabı eline alıp okumaya başlayan herkesin otomatikman Julio Cortazar’ın tüm külliyatından haberdar olduğunu varsaymak çok mantıklı değil. Sonuçta bir fikri işlerken, bir duygunun arkasından giderken, sokakta duyduğu bir konuşmayı romanına yedirirken hangi araçları ne kadar kullanacağı yazarın tamamen kendi seçimidir. Kendi kurduğu dengedir. Bu dengeye ulaşan yazarları severiz. Önemli olan aktarmak, yazıyla aktarmak ve bunu da –mümkün olduğunca- estetik bir şekilde yapmaktır. Seyrek Yağmur’u okuyanlar bu bahsettiğim estetik hazzı özellikle O Güzel Şaşı Gözler, Rıfat Diye Biri, Elektrik adlı bölümlerde bulacaklardır. Yani en azından benim için böyle oldu bu.

Bir yerde Rıfat (bunu Seyrek Yağmur diye de okuyabilirsiniz) sanki bize edebiyatın, sanatın hayatımızdaki yeri ile ilgili de bir şeyler söylüyor. Çocukluğunu yeniden icat etmeye karar veren zamanımızın bu kahramanı hayalinde bir köy kurar, orada bir dere vardır, onu izler, dere boyunca gider ve suyun ilk çıktığı noktayı bulur. Biz Rıfat’ı orada, suyun başına oturmuş  düşünürken görürüz. Olan şudur: Su, yansıtır:

(su) Aşağıya, köye doğru akarken, bulduğu kuytularda birikiyor ve üzerine eğilen canlıların yüzünü yansıtıyor.

Rıfat da o günde sonra kuytularda, tenhalarda birikiyor; kendisine yaklaşan insanların imgelerini pırıl pırıl bir biçimde onlara vermek için sakin, durgun ve kıpırtısız olmaya çabalıyor.

Ben bagajımda pek çok önyargıyla çıkmıştım bu yola ama severek okudum Seyrek Yağmur’u. Kitabın içine tam olarak girmemse dükkana sığınan direnişçilerin kitapların içine girdiği bölümde oldu! Rıfat dükkanda oturmuş Cortazar’ı düşündüğü bir sırada (ama orası Güney Amerika, ama işte düş, ama işte direniş) içeriye biri kadın üç direnişçi girer. Rıfat onları kitapların içine saklar. En kalın kitapların içine. Gelenlere de “Eğer onları bulmak istiyorsanız...” der*. Roman, buna benzer şekilde, çok da üstüne basmadan bazı düşüncelerin üstünde ilerler. Rıfat, yeğeni Ali’ye verdiği (ve ondan aldığı) mini-felsefe dersinde, insanın ‘tanrı fikrine’ eksiklikten değil tamlıktan, bütünlükten ulaşması gerektiğini söyler.

Barış Bıçakçı hayatın içinde tanık olduğu olaylardan, duyumsamalarından küçük bir roman yapmıştır. Arka planda Türkiye, yine tüm sosyal ve politik sorunlarıyla kendini hissettirmektedir. Yazar kendine has üslubuyla önümüze bir insan, bir ülke ve bir dönem koymuştur.

Belki edebiyat zaten biraz da budur. Bir öykü yazmaya koyulduğunuzda, belki amacınız hayatınızdaki bazı anları bir arada tutmaktır. Belki bir roman yazmak kimi günleri aynı kaba koymak demektir. Ve diğer türler: Mektup, Günlük, Anı, Röportaj. Sonuçta Yazı her zaman iyidir. İyi Yazı daha iyidir.

Ve bitirirken, sevgili okuyucu, henüz ‘Rıfat Diye Biri’ isminde bir kitap yazılmamış olabilir ama artık, bu ismi taşıyan bir blog yazısı bile yok, diyemeyiz!**


* Kimi eleştirmenler ‘Rıfat Diye Biri’ adlı bölümdeki düşünceleri (Güney Amerika ve Türkiye kıyaslaması) bizzat Barış Bıçakçı’ya atfeder gibiler. Oysa bunlar Rıfat’ın fikirleri; yani şişman, kadersiz ve başarısız birinin düşlemleri, kendiyle konuşmaları...  Bir roman karakterine fırça atmanın, ona “Bak, Latife Tekin yapmadı mı?” “şeklinde çıkışmanın sevimli bir tarafı olabilir ama bu yaklaşımın edebiyat eleştirisi bağlamında sanırım pek bir hükmü yok! Zaten yazar  (ve / veya anlatıcı) bu bakış açısına az sonra müdahale ediyor, “.... derken çıngırak savruluyor, dükkanın kapısı hızla açılıyor, içeriye biri kadın üç direnişçi giriyor” diyerek...

** “Aptalca ve ucuz bir şaka bu, kim bilir kaç kişinin aklına gelmiştir. Fakat vazgeçemiyor, çünkü garip bir çekiciliği var fikrin.” (sf 61)

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...