Tomris
Uyar, çevirisini de yaptığı Bayan Dalloway
için yazdığı önsözde eleştirmen David Daisches’in bu kitap için kullandığı şu ifadeyi
anar: “... bir çözüm ya da varılan bir
sonuçla bitmez roman”. Belki büsbütün yeni bir durum değildir ama Büyük
Romanlar Çağı’ndan sonra gelen dönemde Proust, Joyce ve Woolf gibi yazarların getirdikleri
biçim ve içerikler olay akışına ve başlangıç-son çizgisine farklı yaklaşımlar
getirmiştir; artık kurmaca yazında Düşünce
ve Hafıza daha fazla ön plandadır. Ve
bugün de aynı eğilimin artarak sürdüğü söylenebilir. Günümüz edebiyatında serim-düğüm-çözüm
formülünü izlemeyen, buna gerek duymayan pek çok roman yazılıyor. Ve son
zamanlarda bazı yazarlar bu şekilde kotardıkları eserlerini “düşünce romanı” olarak tanımlıyorlar.
Seyrek Yağmur’da aradığını bulamayanlar sanırım bu küçük romanı
biraz da kendi ‘Bıçakçı beklentilerini’ pek karşılamadığı için sev(e)mediler.
Çünkü Rıfat’ın hikayesi önceki Bıçakçı kitaplarında az çok belirgin olan bir
olay / sonuç çizgisini dahi izlemiyor. O kadar ki bu parçalı anlatımı kat eden okur,
kimi yerlerin konudan ayrı, bağımsız bölümler olarak yazılmış olduğunu bile
düşünebilir. Şu kısım bir anekdot, bu bölüm bir anı parçası, burası da bir
rüyanın dökümü olarak da yazılabilirmiş, diyebilir. Ama bunda bir sorun yok, zaten
kurmacanın doğası biraz da bunu gerektiriyor. Önemli olan, tüm bunları
birleştirirken bir bütünlük duygusuna ulaşabilmek ve kahramanın hayatına ve
içinde bulunduğu ruh durumuna dair net bir resim sunabilmek. Bence Seyrek Yağmur’da var bu. Biraz oradan,
biraz buradan derken roman ilerledikçe Rıfat ete kemiğe bürünüyor.
Takıntılarını rahatsızlıklarını, kayıplarını öğreniyoruz. Annesi ve yeğeni Ali,
kendi dertleriyle ara ara Rıfat’ın karşısına çıkarken aslında onun hayatını
daha iyi anlamamızı sağlıyorlar.
Seyrek
Yağmur’a başlamadan önce ben de kitap hakkında yapılan yorumları görmüş,
okumuştum, kafam da karışmıştı açıkçası. Minimal anlatımı ve edebiyat içi
göndermeleriyle bezediği kısa romanlarıyla yazın dünyamızda kendi okur
kitlesini yaratan yazarlardan olan Barış Bıçakçı’nın bu yeni kitabı, bazı okurları
(ki içlerinde yazma edimiyle uğraşanlar da vardı) hayal kırıklığına uğratmıştı.
Ve kitabın gerek sosyal medyada gerek kitap sitelerinde -kapak tasarımından
başlayarak- uğradığı eleştiri yağmuru pek öyle seyrek türden de sayılmazdı.
Öte
yandan, kitabevinde ayak üstü okuduğum açılış bölümü, adıyla (Günler Damlıyor) ve daha ilk birkaç
cümlesiyle hoşuma gitmişti. Yani bu bölüm, oturup kitabı okumaya başlamadan
önce de aklımda yer etmişti. Günlerin damlaması güzel ve sarsıcı bir metafordu,
zamanın uçup gitmesine (nereye) ve ömrün yitip tükenişine (nasıl) dair bazen ‘salonda’
oturup konuştuğumuz tatsız gerçeği pek zarif bir biçimde özetliyordu:
Bir Pazar sabahı Rıfat günlerin aynı kaba
damlamadığını fark etti. “Günler damlıyor ama aynı kaba değil,” dedi. Gökyüzüne
baktı: Boştu. Hiç bulut yoktu, aslında hiç bir şey yoktu. Çağımızın çıplak
güneşi her şeyi yok etmişti, enginliği bulutları ve kuşları... Maviyi bile yok
etmişti, sonra da sırasıyla diğer renkleri, bazı sesleri, kelimeleri ve
anlamları. İnsan bu yoklukta yeni bir şey söyleyemez, olsa olsa kendini tekrar
ederdi.
“Günler damlıyor ama aynı kaba değil,”
diye tekrarladı Rıfat. “Yani her şey boşa mı gidiyor, boşuna mı yaşıyorum?”
Müthiş bir huzursuzluk duydu. Huzursuz olduğuma göre, diye düşündü, bunda bir
yanlışlık var, günler aynı kaba damlamalı.
Ama
romana yöneltilen eleştirilerin bir bölümü anlamsızca acımasızdı, acımasızmış,
bunu şimdi kitabı okuyunca daha iyi anlıyorum. Mesela, Seyrek Yağmur’u veya
herhangi başka bir kitabı eline alıp okumaya başlayan herkesin otomatikman Julio Cortazar’ın tüm külliyatından
haberdar olduğunu varsaymak çok mantıklı değil. Sonuçta bir fikri işlerken, bir
duygunun arkasından giderken, sokakta duyduğu bir konuşmayı romanına yedirirken
hangi araçları ne kadar kullanacağı yazarın tamamen kendi seçimidir. Kendi
kurduğu dengedir. Bu dengeye ulaşan yazarları severiz. Önemli olan aktarmak,
yazıyla aktarmak ve bunu da –mümkün olduğunca- estetik bir şekilde yapmaktır.
Seyrek Yağmur’u okuyanlar bu bahsettiğim estetik hazzı özellikle O Güzel Şaşı Gözler,
Rıfat Diye Biri, Elektrik adlı bölümlerde bulacaklardır. Yani en azından benim
için böyle oldu bu.
Bir
yerde Rıfat (bunu Seyrek Yağmur diye de okuyabilirsiniz) sanki bize edebiyatın,
sanatın hayatımızdaki yeri ile ilgili de bir şeyler söylüyor. Çocukluğunu
yeniden icat etmeye karar veren zamanımızın bu
kahramanı hayalinde bir köy kurar, orada bir dere vardır, onu izler, dere
boyunca gider ve suyun ilk çıktığı noktayı bulur. Biz Rıfat’ı orada, suyun
başına oturmuş düşünürken görürüz. Olan
şudur: Su, yansıtır:
(su) Aşağıya, köye doğru akarken, bulduğu kuytularda birikiyor ve üzerine
eğilen canlıların yüzünü yansıtıyor.
Rıfat da o günde sonra kuytularda, tenhalarda
birikiyor; kendisine yaklaşan insanların imgelerini pırıl pırıl bir biçimde onlara
vermek için sakin, durgun ve kıpırtısız olmaya çabalıyor.
Ben
bagajımda pek çok önyargıyla çıkmıştım bu yola ama severek okudum Seyrek Yağmur’u.
Kitabın içine tam olarak girmemse dükkana sığınan direnişçilerin kitapların
içine girdiği bölümde oldu! Rıfat dükkanda oturmuş Cortazar’ı düşündüğü bir
sırada (ama orası Güney Amerika, ama işte düş, ama işte direniş) içeriye biri
kadın üç direnişçi girer. Rıfat onları kitapların içine saklar. En kalın
kitapların içine. Gelenlere de “Eğer
onları bulmak istiyorsanız...” der*. Roman, buna benzer şekilde, çok da
üstüne basmadan bazı düşüncelerin üstünde ilerler. Rıfat, yeğeni Ali’ye verdiği
(ve ondan aldığı) mini-felsefe dersinde, insanın ‘tanrı fikrine’ eksiklikten
değil tamlıktan, bütünlükten ulaşması gerektiğini söyler.
Barış
Bıçakçı hayatın içinde tanık olduğu olaylardan, duyumsamalarından küçük bir
roman yapmıştır. Arka planda Türkiye, yine tüm sosyal ve politik sorunlarıyla
kendini hissettirmektedir. Yazar kendine has üslubuyla önümüze bir insan, bir
ülke ve bir dönem koymuştur.
Belki
edebiyat zaten biraz da budur. Bir öykü yazmaya koyulduğunuzda, belki amacınız hayatınızdaki
bazı anları bir arada tutmaktır. Belki bir roman yazmak kimi günleri aynı kaba
koymak demektir. Ve diğer türler: Mektup, Günlük, Anı, Röportaj. Sonuçta Yazı her zaman iyidir. İyi Yazı daha iyidir.
Ve
bitirirken, sevgili okuyucu, henüz ‘Rıfat
Diye Biri’ isminde bir kitap yazılmamış olabilir ama artık, bu ismi taşıyan
bir blog yazısı bile yok, diyemeyiz!**
* Kimi eleştirmenler ‘Rıfat Diye Biri’ adlı bölümdeki düşünceleri (Güney Amerika ve Türkiye kıyaslaması) bizzat Barış Bıçakçı’ya atfeder gibiler.
Oysa bunlar Rıfat’ın fikirleri; yani şişman, kadersiz ve başarısız birinin düşlemleri, kendiyle
konuşmaları... Bir roman karakterine fırça atmanın, ona “Bak,
Latife Tekin yapmadı mı?” “şeklinde çıkışmanın sevimli bir tarafı olabilir ama bu yaklaşımın edebiyat
eleştirisi bağlamında sanırım pek bir hükmü yok! Zaten yazar (ve / veya anlatıcı) bu bakış açısına az sonra müdahale ediyor, “.... derken çıngırak savruluyor, dükkanın kapısı hızla açılıyor, içeriye biri kadın üç direnişçi giriyor” diyerek...
** “Aptalca ve ucuz
bir şaka bu, kim bilir kaç kişinin aklına gelmiştir. Fakat vazgeçemiyor, çünkü garip bir çekiciliği var fikrin.” (sf 61)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder