Bir dönem, sürekli arabamı değiştirmeyi düşünmem
ama bunun için gerekli adımları bir türlü atmamam bölümde, arkadaşlar arasında
bir eğlence konusu olmuştu. Ben o günlerde 99 model Renault Clio’mdan ziyadesiyle
memnundum ama artık zamanı geldiği düşüncesiyle ara ara internete girip yeni
modellere bakmayı da ihmal etmiyordum. Fakat bu web gezilerim çok uzun
sürmüyordu, zira ekranın karşısında sevdiğim markaların beğendiğim
özelliklerini inceler ve aklıma yatan modeller için zihinsel notlar alırken
birden fiyat listesinde o modellerin karşısında yazan rakamları görüyordum ve o
an bir ‘hayal tufanı’ içinde olduğumu anlıyordum! Otomotiv sektöründen soğumam
ve sayfayı kapatıp oradan kedi videolarına falan geçmem iki saniye sürmüyordu.
Okulda bu konu açıldığında ve bana, arabayı ne
zaman değiştirmeyi düşündüğüm sorulduğunda ben “Yakında yaparız herhalde bir
şeyler” ya da “Önümüzdeki aralık ayında olabilir” falan gibi yuvarlak cevaplar
vermeyi severdim. Haliyle ofisteki arkadaşlar bu dediklerimi pek ciddiye almaz
“Tabi, tabii” diye gülerek takılırlardı. Duayen hocalarımızdan Mr. Nail bu konuda
beni sarakaya almayı pek sevdiğinden, ”Ben çocuktum, Barış araba alacaktı, hala
alacak” diyerek konuya kronolojik bir boyut ekler ve bu şaka oradaki herkesi içtenlikle
gülümsetirdi. Teneffüs bittiği için odadan hep birlikte çıkarken genç arkadaşlar
omzuma dokunur “Hadi inşallah, Hocam,” derlerdi, “Bu yıl bir adım atarsınız
artık!” Mr. Nail’in bu iyiniyetli –çivi olmasa da- iğneleri beni de güldürür,
bir yandan işaret ettiği gerçeğe hak vermekle birlikte meselenin hafifçe
abartılarak bölüm içi bir şaka konusuna dönüşmesini memnuniyetle karşılar ve ben
de herkesle birlikte bu durumdan hoş bir eğlence çıkarırdım.
Arabamızın giderek bir antikaya dönüşmesi durumu
evde de konuşulan bir konuydu. Ancak ruhsatını bile hala üzerime almadığım arabamla
ilgili eleştirileri üzerime almam söz konusu bile değildi! Aras’ın da bu tip
konulara aklı yatmaya başladığı zamanlarda onu tenis kursuna yazdırmıştık. Bu yaştaki
çocuklar neyin yeni, neyin eski olduğu konusunda daha bir hassastırlar ve böyle
şeylere özel bir dikkat gösterirler. Tenise de Clio’muzla gidip geliyorduk. Arka
kapılardan biri ne zamandır açılmıyordu, arabanın tavanındaki boyanın bir
bölümü dökülmüştü, ayrıca içerde, ön paneldeki klima kapaklarından biri
kırılmıştı ve orada, ucu arabanın içine, motora doğru giden bir mağara girişini
andıran siyah bir boşluk oluşmuştu. Hatırlayınca hala güldüğüm bir görüşe göre
bu boşluk o kadar büyük ve öyle uygundu ki istense burada bir civciv bile
yetiştirilebilirdi!
Bir süre sonra tenis grubuna yeni katılımlar oldu
ve gelenlerin arasında bir de şirin, minik bir kız çocuğu vardı. Bu kız anaokulunda
Aras’la aynı sınıftaydı ve Aras, şimdi iyi yazarların asla başvurmadığı otosansür
kurumunu işleterek adına Ayşe demeyi
uygun gördüğüm bu tatlı kıza o yaşlarda hissedilen (ya da hissedildiğini
düşündüğümüz) ve bazen aile içinde şakalaşma konusu olan kimi romantik hisler
besliyordu. Annesiyle bir gün tenisten döndüklerinde bana heyecanla “Baba, bugün
kim geldi tenise, biliyor musun?” diye sordu. Ben onun ima ettiği kişinin kim
olduğunu derhal anlamakla birlikte hanımefendinin ismini bir an hatırlayamadım.
Çünkü bahsettiğim bu romantik hisler bu yaşlarda pek oynaktır, nadiren tek bir
kişiye yönelirler ve kalıcılıkları da bir o kadar şüphelidir. Yetişkin bir
insanda tanık olduğumuzda bizde gayet nahoş izlenimler bırakacak olan bu romantik
gevşeklik, bu havai uçuculuk, bu tenis topu gibi gidip gelmeler, çocuklarda hiç
rahatsız etmez bizi- onların bizim hayatımıza kattığı neşeli diyaloglar için
bir başka malzeme oluşturur sadece.
Belli ki Aras, Ayşe’nin gelişinden etkilenmişti ve
muhtemelen çocuk kalbinde bunu bir işaret gibi görüyordu. Öyle ya, anaokulundaki
aşkının bir buçuk yıl sonra alakasız bir yerde, baseline çizgisinin hemen önünde karşısına çıkması kaderin bir
cilvesi değildi de neydi?
Fakat bir sorun vardı. Ayşe’nin anne babası da her
hafta korta geliyorlar ve ileri bir
grupta olan büyük kızlarıyla birlikte henüz raketi taşımakta bile güçlük çeken küçük
Ayşe’lerini yukarıdaki kafeteryada çay içerek izliyorlardı. Aras ise benim
bilmediğim bir sebeple bu ikisinin kendisinden hoşlanmadıklarını düşünüyor,
onların da orada olmasından garip bir huzursuzluk duyuyordu. Bir keresinde
arabayla eve dönerken bana Ayşe’nin anne babasının kendisini sevmediklerini
söyledi, sebebini de “Ben şimdi Ayşe’yi seviyorum ya, onlar da işte bu yüzden benden
hoşlanmıyorlar” diye açıkladı. Görünen oydu
ki Aras, bir anne babanın kızlarına aşık olan çocuğa otomatikman garez
beslemeye başladıklarını düşünüyordu. Ben de onun anlayacağı bir dille,
gerçekte durumun tam tersi olduğunu, yani bir erkeğin bir kadını sevmesinin,
erkeği, o kadını mutlu etmek için daha çok şey yapmaya sevk edeceğini, böylece tamamen
içten gelen saf bir dürtüyle onu her daim el üstünde tutacağını, bu durumun da o
kızın anne babasını ayrıca mutlu edeceğini anlattım; ek olarak, oğluma, büyüdüğü
zaman tüm bunları kendisinin de bizzat yaşayarak öğrenmesini umduğumu söyledim.
Birkaç hafta sonra Ayşe’nin anne babasıyla tanıştık,
ben tanıştım daha doğrusu ve çok yakınlaşmasak da selam alıp vermeye başladık. Bir
gün arabaya binip eve dönerken “Sen öyle düşünüyorsun ama bak biz Ayşe’nin annesiyle
selamlaştık az önce” dedim, ortada nahoş bir durum olmadığını anlatmak için. “Nasıl
yani?” dedi Aras şaşkınlıkla. “Selamlaştık işte, Ayşe’nin annesi gülümsedi bana,” dedim yine.” Aras
pek ikna olmadı bu dediğime ve “O, bizim arabaya gülmüştür baba!” dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder