27 Eylül 2023 Çarşamba

                  KİTAPLAR ÇEVRELER

Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi

I.

Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı köşe yazısı yıllardır odamdaki panoda asılı. Kitap almak için yurtdışına gitmenin beklendiği zamanları ve bugün internetin sunduğu zenginlik karşısında düşülen şaşkınlığı konu edinen bu yazıya göre, kitap almak önüne geçilmesi mümkün olmayan bir tutkudur, belli bir noktadan sonra, satın alınan kitaplar masaların üstünde depremlerin okyanusun üzerine ittiği tepeler gibi yükselir. Yazıdaki şu soru aslında hepimizin (tüm kitapseverlerin) ortak derdine işaret eder: “Artık amazon.com var. İstediğim kitabı hemen ısmarlayabilirim. Ama ısmarlamalı mıyım?”

 

II.

Onun yazılarını biriktirerek okuyorum. İç politikayı çarpıcı gözlemler ve gayet özlü tahlillere işlemesi bu duayen gazeteciyi çorak medya dünyamızda oldukça farklı bir yere koyuyor. Kıbrıs’la ilgili yazılarını da -askerliğini Ada’da yapmış biri olarak- dikkatle takip ediyorum, anlamaya çalışıyorum. Ama ben Metin Münir’in en çok deneme türünde yazdığı, iç dünyasını dışarısıyla (gökyüzüyle, denizle, ormanla) buluşturduğu metinleri seviyorum. Bahçesindeki ağaçları, göçüp giden ve geri gelmeyen kuşları, denizin verdiği huzuru ya da, ne bileyim, ormanın sessizliğini anlattığı bu dingin yazılarda edebiyatın hasını buluyorum. Bazen yurtdışında çıkan yeni kitaplardan ya da oralarda yayınlanmış araştırmaların sonuçlarından hareketle alıyor kalemi eline; milletlerin mutluluk seviyeleri (ve bunun nedenleri), hafızanın kırılganlığı ya da insanın uyku düzeni gibi konular üzerine yazıyor. Sakin ve bilge bir üslupla. Hepsini hayranlıkla okuyorum.

 

III.

Bir yazının tohumunu atan şey çoğu zaman başka bir yazıdır. MM’nin bahsettiğim türdeki metinlerini okumak -diğer tüm sevdiğim yazarlarda olduğu gibi- bana da oturup bir yazıya başlama isteği veriyor. Kısacık bir köşe yazısı için neredeyse mucize kabilinden bir etki bu. Kafamda, düşüncemde cümleler kendiliğinden yürümeye başlıyor, neredeyse, kendilerini dayatıyorlar, diyeceğim. Bu tip yazılar benim anlatma iştahımı harekete geçiyor. Yazmak bulaşıcı bir hale geliyor.

IV.

Enis Batur bir yazısında günde yaklaşık yirmi köşe yazarı okuduğunu, bunların içinde devamlı takip ettiği yazarların sayısının ise iki olduğunu söylemişti (diğeri, A. Turan Alkan). Çok sevdiğim bir yazarın bir başka çok sevdiğim yazarı sevdiğini öğrenmek beni sevindirmişti. ‘Sokulgan’ okurlarının bildiği gibi, EB edebiyat bağlamında hısımlık ilişkilerine sıklıkla eğilir. Ona göre, yazınsal yakınlık kimi yazarları birleştiren bir şeydir. Bu yazarlar, biraz dert ettikleri konuların benzerliği, biraz da Yazı’ya bakış açılarındaki paralellik dolayısıyla bir tür aile ya da klan oluştururlar. Batur’unkiler, coğrafya ve çağ fark etmeksiniz, Alberto Manguel’den Petrarca’ya uzanan zengin bir hatta yer alır. Metin Münir de bu ailenin güncel kollarından birinde olsa gerektir.

 V.

Bir romanı ya da öykü kitabı yok Metin Münir’in, bildiğim kadarıyla. Peki bu, onun bir edebiyat adamı olmadığı anlamına gelir mi? Çoğu yazısı öykü veya deneme türünün –ya da ara bir türün- başarılı birer küçük örneği sayılamaz mı? Aslında eğilse, kısa kısa öykü’de çok sıkı yapıtlar verebileceğini düşünüyorum. Andığım yazılarda ben zaten böyle bir tat buluyorum ve bu yüzden, onlar hakkında bir yazı yazmak için bir kitapta bir araya gelmelerini beklemiyorum. Dolu Geldiğinde Bahçede, Örümcek Olarak Yaşamak ve son metinlerinden biri olan Bir Balkonda Üç Şişman Kadın gibi yazılar kanımca bu görüşümü destekler. Ya da, mesela, geçen yaz okuduğumuz Fotoğrafımı Çekiyorum O Halde Varım adlı metni, bir haber sitesinde çıkan alelade bir köşe yazısı olarak mı göreceğiz? Hiç sanmıyorum!

VI.

Zavallı Kalbimi Rahatlat’ aslında bir şarkı adı. Bahsi geçen kitap da Amerika’da Blues müziğinin ortaya çıkışını ve onun Afrika’ya dayanan köklerini anlatıyor. Metin Münir bize kitapla ilgili azıcık bilgi verip yazısını noktalıyor ve muhtemelen, sırada bekleyen, masasının üstünde biriken diğer kitaplardan birine geçiyor. Ne de olsa zaman az, kitap çok! 

Masamda oturuyorum ve çok uzak olmayan bir geçmişte ülkenin saygın gazeteleri arasında yer alan Milliyet’ten kesip panoma astığım yazıya bakıyorum. Zavallı Kalbimi Rahatlat, merak duygusu ve kitap sevgisi üzerine bir metin. Hem de, okuyacak zamanı kısıtlı olduğu halde, yeni kitaplar edinmekten kendini alamayanlar için bir teselli gibi.

Çünkü bu hoş yazı, “Kitap sadece okunmak için değildir. Güzel şeylerle çevrelenmek içindir,” diye bitiyor.

19 Ocak 2023 Perşembe

ÖDEVLERİN ŞAHSİLİĞİ

                        

Talk From Home bir fikrimi iyice pekiştirdi. Sistematik bir disiplin isteyen tüm beceri edinme süreçlerinde kişisel özelliklerin ve durumların yeri tartışılmaz. Kişinin ilgisi, konuya olan mesafesi ve süreç boyunca kendisine (ders) çalışmak için ayırdığı zamanı kullanış şekli belki düşündüğümüzden de büyük bir rol oynuyor. Bana öyle geliyor ki dil öğreniminde ödev konusuna da bu dikkatle yaklaşmak gerekiyor. Tabii ben burada İngilizceden bahsedeceğim.  Eğer önemli olan ilerlemek ve mesafe kaydetmekse, hazırladığımız ödevin onu sunduğumuz öğrencinin ihtiyaçlarına direkt hitap etmesi şart. Öğrenen kişinin tam o andaki dil düzeyi, yaşı, hafızasının etkinliği, geçmiş eğitim süreçleri ve hatta bunun sonucu olarak Türkçeyle kurduğu ilişki, tüm bunlar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Süreç içinde bu unsurların az biraz boşlanması bile, çoğu durumda, öğrencinin henüz hazır olmadığı bir ödevle karşı karşıya kalmasına yol açabiliyor. Bu bakımdan, diyelim, noun clause konusunda herhangi bir kitaptan alınan beş sayfalık bir ödev pek de amaca hizmet etmeyebiliyor. Öte yandan, verili bir kişi veya grup için hazırlanmış ve verili bir duruma göre düzenlemiş bir sayfalık compact bir çalışmanın çok daha etkili ve ilerleme sağlayıcı olduğu durumlara tanık oluyoruz. Burada, aşamaları sıraya koyma, materyal seçimi, çalışılan konuya dair yoğunluk ve doz ayarları gibi kıstaslar herkes için ayrı bir reçete gerektiriyor.

 

Hukuktaki ‘suçun şahsiliği’ ilkesini ben -biraz da şaka yollu- buraya uygulamak istiyorum ve her ödev herkese uymaz, uyamaz, demek istiyorum. Nasıl bir kişiye başkasının işlediği suçtan dolayı ve/veya ona nispeten bir ceza kesilemiyorsa, kesilmemeliyse, ortaya karışık bir ödev toplamı da öğrencinin asıl ihtiyacı ile örtüşmeyebiliyor. Deneyimlediğim ve anladığım kadarıyla, burada asıl ihtiyaç dediğimiz şey de sürekli yeniden şekillenen ve her ders sonu tazelenen dinamik bir sürecin içinde evriliyor, zamanla değişiyor.

 

Diğer branşlarda belki durum bu kadar çetrefil değil. Dil çok kişisel bir alan ve birden fazla bilişsel beceriyi devreye sokmayı gerektiriyor. Daha iyi konuşmak, daha güzel yazmak, daha etkili ifadeler kullanmak, daha hızlı anlamak ve net anlaşılmak… İngilizce dersi söz konusu olduğunda, bir konu başlığının dört beş ayrı seviyede (veya ara-seviyede) konuşulabildiğine çok tanık oldum. Bu yazıda kişisellik diyerek anlatmaya çalıştığım şeyde bu durum daha belirgin bir hale geliyor. Yani yüz kişi, yüz ayrı seviye demek!

 

Ödev bu anlamda yalnız yapılan bir eylem. Yalnız olmasa da ders dışı, ders sonrası diyelim. Bu işe az çok bulaşan herkes sürecin self-study kısmının ne kadar önemli olduğunu farketmiştir. Öğrenciye bir önceki derste verilenden ve ondan bir sonraki derste beklenenden çok daha fazla şey içermesi bir ödevin etkinliğini kırabilir. Ve az önce asıl ihtiyaç dediğim şeyin net tespiti de her zaman kolay olmaz. Bazen asıl ihtiyaç geri dönmektir.

 

Dediğim gibi, yabancı bir dil öğrenirken işin içine ana dildeki arızalar, sosyal hayattaki konumumuz, insan ilişkilerimiz, iletişim becerilerimiz, genel kültür düzeyi, hatta dünyada olup biteni izleme yoğunluğumuz ve bunu yapış biçimimiz gibi ölçütler de devreye giriyor. Bu son saydıklarımın akademik konular olmaktan çok yaşamla ilgili, human interest alanlar olduğu açık. Sosyal medyada zaman zaman gördüğümüz ‘İngilizce bir ders değildir’ başlıklı hesaplar da herhalde bu gerçeğe işaret ediyor. İşin self self-study kısmına dair içerik üretimi bu kişisel, yaşamsal ve psikolojik unsurları da hesaba katmak durumumda.

 

Suçun şahsiliği, ödevin şahsiliği… Ülkemizde birincisi her zaman tartışma konusu. Eğitimciler ikincisine çok kafa yoruyor mu, emin değilim. Tespit etmek zor, hatta imkânsız biliyorum, ama buna yönelik bir araştırma yapılsa, aslında ülkemizde okul döneminde ‘yanlış ödevlerden’ dolayı ne kadar zaman kaybedildiğini görmek üzücü sonuçlara yol açabilir.

Kısacası, bu akşam oturup İngilizce, İspanyolca ya da, ne bileyim, Çince çalışma planınız varsa ve ödev de yapmanız gerekiyorsa lütfen dikkat edin: Yanlış bir ödevle boğuşuyor olabilirsiniz!

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...