I.
Ne yalan söylemeli, 600 küsur sayfalık kitapta en hoşuma giden kısım yazarın şu iki cümleyle yaptığı tespit oldu:
Yeni reform evresi idarenin çıkardığı kanunlarla değil, edebi manifestolarla başladı. Genç Türkiye’nin ilk önderleri siyasetçiler değil, şairler ve yazarlar oldu.
II.
Bernard Lewis’in edebiyatı bu şekilde taltif etmesi boşuna değil! Bu ünlü tarihçinin bu ünlü kitabı da dili kullanma biçimiyle dikkat çekiyor. Lewis bütün büyük bilginler gibi dilin önemini biliyor. Modern Türkiye’nin Doğuşu uzun bir tarihi, ayrıntılı ve derin bir olaylar zincirini işlemesine rağmen konuların üzerinden hiç öyle özet geçmeden ve okuyucuya “bir şeyler havada kaldı” havası vermeden su gibi akıp gidiyor. Dilin bu dolgun ve yerinde kullanımı kitabın okunmasını kolaylaştırıyor. Özetle, Modern Türkiye’ni Doğuşu’nu alanında önemli eserler arasında yapan şeyin yazarının bir tarihçi olarak kurduğu sistematik kadar onun anlatım üslubunun da olduğunu düşünüyorum.
Kitabın çevirmeninin Boğaç Babür Turna olduğunu
hatırlatarak kısa bir bölümü buraya alıyorum:
… Ancak İslamiyet ve Hristiyanlığı birbirinden ayıran
duvarda bir kere kapı açıldı mı o kapıdan geçen fikir akışını denetleyip
içinden seçim yapmak artık olanaksızdı. Genç Türkler Avrupalı öğretmenlerden
ders alan, Avrupa’da seyahat eden, Avrupa dillerini öğrenen insanlardı. Onlara
verilen görevlerin gerektirdiği teknik becerileri kapmanın ötesinde, başka
şeylere ilgi duymamaları, başka şeyleri okumamaları mümkün değildi.
III.
Kitabın benim üzerimdeki bir etkisi bugün bize normal gelen şeylerin aslında ne kadar kırılgan olduğunu, olabileceğini hatırlatması oldu. Türkiye’de son iki yüzyılda yaşanan değişim ve dönüşümün baş döndürücü bir hikayesi var, biliyoruz. Bu bakımdan MTD bugün pek o kadar üzerinde durulmayan -ya da benim durmadığım- bir dönemi düşünmemi sağladı. Şöyle: 1938’te Atatürk ölüyor, yerine İsmet Paşa geçiyor. 50’deki seçimlerde görevi Adnan Menderes devralıyor.
Tarihimizin iki cümleyle anlattığım bu bölümü günümüz koşullarını da düşünürsek özellikle anlamlı geliyor bana. Bugün çevremizdeki ülkelerin çoğunda yaşanan yönetim sorunlarından nispeten azade olmamızın arkasında zaman içinde edindiğimiz bazı pratikler var mutlaka. Kitabı okurken bu pratiklerin hangi zorlu aşamalardan geçerek kazanıldığını daha iyi anlıyorsunuz.
Modern Türkiye’nin Doğuşu’nun bu andığım kısmında aktarılan gerilimi düşük bulmamın sebebi kitabın daha önceki bölümlerinde anlatılan olayların şiddeti olabilir. Şunu anladım: Tek parti döneminin kendine ve sürece has problemleri elbette var ama yönetim devir tesliminde görece bir sükûnet elde edilmiş. Bunun daha büyük sorunların önüne geçmiş olduğunu coğrafyamızda (bugün bile) yaşananlara bakarak anlayabiliriz. Dönemin küresel koşullar göz ardı edilecek gibi değil çünkü: Bir dünya savaşı süreci söz konusu, Büyük Buhran’ın tüm dünyaya yayılan etkisi ve Avrupa’da yükselen faşist eğilimler. Bu bakımdan, 40’lı yıllarda yaşanan bu yönetim devir teslimlerini muazzam bir başarı olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Belki hayati sıfatı daha çok uyuyor buraya.
IV.
Bernard Lewis Hata Neredeydi? adlı diğer bir önemli kitabında Osmanlı’nın Batı’yla arasına koyduğu mesafeyi detaylı bir şekilde anlatır. Osmanlılar tarihsel bir üstünlük duygusu ve şüphesiz dini referanslarla uzun zaman Batı’yı yadırgamış, küçümsemiş, oradaki siyasi ve düşünsel gelişmelere kulak tıkamıştır. Mesela, diplomasinin -ve dolaysıyla öteki’nin farkında oluşun- yükselişte olduğu bir dönemde Osmanlı, Avrupa devletlerinde sabit bir elçi bulundurma fikrine sıcak bakmamıştır. Bu bakımdan, Batı’daki teknik ve siyasi alandaki değişimleri izleyenler ve bu gelişmeleri bu tarafa taşımak isteyenler için şartlar hiç kolay olmamıştır. Kısacası Avrupa’dan gelecek her türlü know-how ciddi bir dirençle karşılaşmıştır.
Elimizdeki kitap, yani Modern Türkiye’nin Doğuşu, bu direncin kırılmasının hikâyesi ve bu kırılmanın günümüze kadar ulaşan sonuçlarının bir dökümü olarak düşünülebilir. Tarihin bir döneminden sonra, Osmanlı devleti artık Batı’yı bir referans kaynağı olarak almaktan çekinmeyecek ve, diyelim, posta idaresinden itfaiye hizmetlerinin kuruluşuna kadar pek çok temel alanda Batıdaki modelleri dikkate alacak, bu kurumların inşasında Batıdan gelen uzmanların birikiminden yararlanacaktır.
Tabii asıl gelişmeler askeri ve eğitim alanında
olanlardır. Bernard Lewis, II. Mahmut’a danışmanlık yapan Helmuth von Moltke’nin
tavsiyesi üzerine ordunun yenilenmesi için Prusya’dan subaylar getirtilmesini
bir dönüm noktası olarak görüyor. Aynı günlerde Türk subaylar eğitim almak için
oraya gönderiliyor. Lakin Osmanlı ordusunun reformasyonunda Batı’nın etkisi
yeni değil. Bundan çok önce III. Selim döneminde de Fransız subaylar gelmiş ve
Osmanlı okullarında gemi seyri, navigasyon ve ‘bunlarla bağlantılı bilimlerde’
eğitim vermişlerdi. Lewis şöyle yazmış, III: Selim için:
Fransa’daki rejim değişikliği hiçbir biçimde padişahın
Fransız yardımı alma konusundaki arzusunu azaltmadı. 1793 yılının sonbaharında
Osmanlı Hükümeti Fransa’dan getirmek istediği, konusunda uzmanlaşmış olan
teknisyen ve subay kadrolarından oluşan bir listeyi Paris’e iletti… 1796
yılında Fransız büyükelçisi General Auber Dubayet, beraberinde kalabalık bir
askeri uzman grubuyla İstanbul’a geldi.
Bunun dışında, Lewis’in eseri, hukuk, maliye, eğitim ve
kamu idaresi gibi alanlarda Batı ile yaptığımız alışverişin yoğunluğunu anlatan
ve günümüze de ışık tutan pek çok çarpıcı bilgi içeriyor.
V.
Dil ve alfabe meselesinde Bernard Lewis çok net:
Arapçaya harika bir biçimde uygun olmakla birlikte Arap alfabesi Türk dili için uygun değildir. Türkçe Arap yazısını ifade edemediği pek çok form ve ses içerir.
Lewis, çoğu zaman gözden kaçırılan alfabe ve ses uyumuna
dikkat çekmiş ve bu ihtiyacın farkında olan Münif ve Enver Paşaların alfabe reformu
alanındaki çabalarına ayrı bir yer vermiş:
Münif Paşa, Mayıs 1862’den kısa süre önce kurulmuş olan
Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin mensuplarına yaptığı bir konuşmada alfabede
reform yapılması meselesini bilimin ilerlemesi ve yaygınlaşması için öncelikli
ihtiyaç olarak ortaya koydu. Osmanlı imlasının öğretilmesi zordu. Daha kötüsü,
kusurlu ve muğlaktı. Ayrıca okuyucuyu bilgilendirmek yerine onu kolayca yanlış
yönlendirebilirdi. Bilginin yayılmasında en güçlü vasıta olan matbaaya da uygun
değildi. Batı alfabesiyle kıyaslandığında iki ya da üç kat daha fazla karaktere
ihtiyaç olduğundan pahalı ve verimsizdi. Münif Paşa bu zorlukları aşmak için
ıslah edilmiş bir Arapça tipografi (matbaa yazısı) öneriyordu.
*
Arap yazısının reforma tabii tutma meselesi zaman zaman,
özellikle de tipografiyle ilgili olarak, gündeme gelmeye devam etti. Birinci
Dünya Savaşı sırasında sorunun bir başka yönü ortaya çıktı; bu da belirsizliğe
ve hataya bu kadar çok maruz kalan bir vasıta ile yapılan iletişimin
zorluklarıydı. Harbiye Nazırı olan Enver Paşa Türk subayları tarafından el yazısı
mesajları göndermede kullanılmak üzere değişimden geçirilmiş bir Arap yazısı
geliştirecek kadar ileri gitti. Tıpkı
diğer reform girişimleri gibi bunun da etkisi çok az oldu.
VI.
Üstteki bölümdeki son cümle bana İlber Ortaylı’nın İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’nda yaptığı şu muhteşem tespiti hatırlattı: Cumhuriyetin radikalizmini kamçılayan ögelerden biri de yeterince radikal olamayan Osmanlı modernleşmesidir.
VII.
Belki de her şey arzu duymakla ilgili. Kitapta Bernard Lewis’in Şinasi’den yaptığı alıntıyı okuyunca böyle düşündüm. Tüm bu devrimler, yenilenme hareketleri ve yüzyıllarımızı etkileyen Batılılaşma hamleleri… İstemek, eksiklileri görmek ve iyi yönde değişim için arzu duymak. Bu yenilenmenin ivmesini belirleyen şey arzunun gücü ve yoğunluğu. Bizde biraz var, biraz yok. Ve işte bütün mesele bu!
Çok genel bir ifade oldu sanki, biz en iyisi kitaba dönelim
ve o alıntıya bakalım:
Şinasi,1860 yılında Tercüman-i Ahval gazetesinde yayımlanan ilk
başyazısında vatanın menfaatinden bahseder ve gayrimüslim tebaanın kendi gazeteleri
varken “Hâkim millete mensup hiç kimsenin gazete çıkarma arzusu duymamasına, hiçbir
hakiki Osmanlı gazetesinin bulunmayışına” dikkat çeker.
VIII.
Kitapta çok konu, çok isim var, doğal olarak. Kâtip Çelebi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi, Abdullah Cevdet, “Türklerin Chaucer’ı Ali Şir Nevai”, Mustafa Reşid Paşa, Halet Efendi, İbrahim Müteferrika, Ahmet Vefik Paşa ve daha niceleri
Islahat, Tanzimat, Cumhuriyet… Üç İstanbul’dan ziyade Üç Türkiye…
Modern Türkiye’nin Doğuşu okuyucuya hem genel bir bakış açısı sağlıyor, hem de yeri
gelince yakın ve uzak tarihimizin belli konularına dair detaylı ve tatmin edici
bilgiler sunuyor.