23 Aralık 2014 Salı

PARİS BİR ŞENLİKTİR

Olabilir. Doğrudur. Ben bu kanıya varacak kadar uzun kalmadığım için bilemeyeceğim; bir şehirde bir kaç gün yaşayabilirsiniz ama elbette o şehri yaşamak anlamına gelmez bu. Bir de turla falan gidiyorsanız iyice böyledir durum, şairin bahsettiği günün en güzel saatlerinde nerde olacağınızı da -çoğu zaman-siz belirleyemezsiniz.


Ernest Hemingway Paris Bir Şenliktir isimli kitabında henüz üne kavuşmadığı dönemlerde karın tokluğuna çalıştığı parasız günlerini anlatır. Bir yandan yazıyla ilişkisini, yazarlığının geçirdiği evreleri de o günlere bakarak anar. “O günlerde kitap almak için para yoktu” diye yazar Hemingway; susuzluk, Shakespeare&Company  gibi müşterilerine kitap kiralayan mağazalarla giderilir. Hemingway Paris’te karısıyla yaşamaktadır, sonra çocukları da olur. Muhabirlik yaparak hayatını kazanırken geleceğin büyük yazarını da Paris’in sokaklarında ve kafelerinde, deyim yerindeyse, eğitir. Bir yazıyı bitirdikten hemen sonra yaşadığı duygu bulanıklığını (ne mutlu, ne mutsuz) tarif ederken yazıyla uğraşan herkesin pek iyi bildiği bir gerçeğe işaret eder:

Yazdığım öykünün çok güzel olduğundan emindim. Ama ertesi gün bir daha okuyuncaya kadar bir şey diyemezdim.

Kitabın orjinal adı ‘A Moveable Feast’tir. Hemingway yıllar sonra bir arkadaşına “Gençken Paris’te bir süre yaşadıysanız sonraki hayatınızda nereye giderseniz onu da beraberinizde götürürsünüz” diye yazacaktır. Hemingway’in satırlarında Paris, kış yaz fark etmez, her daim güzeldir:

...Kendi evimizse sıcak ve sevimli bir yerdi. Yumurta biçimindeki kömür tozu topraklarını odun ateşinde yakarak ısınıyorduk. Sokaklardaki aydınlığın seyrine doyum olmuyordu. Göğe doru yükselen çıplak ağaçları görmeye alışmıştık. Luxemburg bahçelerinde suyun yıkayıp tazelediği çakıllı yollarda rüzgarın sert soluğuyla iç içe gezinmenin zevki bambaşkaydı. Yapraksız kalan ağaçlar alıştıktan sonra insana birer heykel gibi görünüyorlardı. Kış rüzgarları havuz yüzeylerine doğru estiriyor, fıskiyeler parlak ışıkta sağa sola  serpiştiriyordu.

Paris gerçekten bir şenlik olabilir ama Ernest Hemingway Disneyland keşmekeşini tabii ki tahmin edemezdi! Burada çılgın kalabalığın tam içindesiniz. İki ayrı büyük park var, kendi içlerinde başka başka bölümlere ayrılmış durumdalar ve eğer pek çok etkinliğe katılmak istiyorsanız burada sanırım bir iki gün geçirmeniz gerekiyor. Girişteki alanda duran yüzlerce karavanı görünce bunu yapanların sayısının hiç te az olmadığına hükmediyorum.

Doğrusu Disneyland’ın o kadar sıra beklemeye değer bir yer olduğunu düşünmüyorum, daha özgün bir yer bekliyorduk biz Nilay’la.  Ama çocuklar, onlar tabii ki eğleniyorlar, koca bir krokiyle giriyorsunuz içeri ve vaktinizin çoğu bir bölümden diğerine yürümekle geçiyor. Hızlı geçiş sistemi var, evet, ama  bir kaç saat sonrası için hızlı geçiş almak istiyorsanız gene sıraya girip bir yirmi dakika kadar beklemeyi göze almanız gerekiyor! 

Paris, dünyanın en çok turist çeken şehri. Tura katılanlar arasında az biraz dolaştıktan sonra ‘Bu muymuş’ diyenler de oldu ama biz genel olarak hoşlandık şehirden, daha ilk anda insanı saran bir hava ve görkem taşıdığını düşünüyorum Paris’in. Çok geniş ve büyük meydanların ötesinde, ucunda görünen dev saraylar, ortada altın varaklı heykeller, ihtişamını hissettiren eski binalar ve her yanı saran tarih. Genişlik ve kentin geneline yayılmış tarihi doku, herhalde Avrupa’daki şehirlerin en belirgin özellikleri.

Ve Notre Dam! Romanı bu yılın başında okudum, İstanbul’a gelen müzikali geçen ilkbahar seyrettim ve işte yaz sonunda yapının kendisini ziyaret ettim. En çok ilkinden tat aldım, ikincisini doğrusu oldukça sıkıcı buldum, üçüncüsü de duraklardan bir duraktı gezi esnasında. Muhakkak ki Paris, tüm büyük kentlerde olduğu gibi, hakkında sahip olduğunuz tarih bilgisi derinleştikçe ondan devşireceğiniz keyfin artacağı özel yerlerden: 1789 devrimi, Paris Komünü, Nazi işgali ve daha niceleri. Cafe de Flora falan, oralara hiç girmiyorum tabii (zaten girmedim de!) Ciddi bir birikim istiyor şehir aslına bakarsanız, aksi halde  ‘turist gibi’ geziyorsunuz ve atmosferi bence o kadar da hissedemiyorsunuz. Max Frisch’in Günlükler’de Paris’i “anılarının büyüklüğünden yorulmuş” bir kent olarak tanımlaması boşuna olmasa gerek!

Gezi esnasında hoşuma giden şeylerden biri otobüsle geçerken bir sinemada vizyondaki film afişlerinin arasında Kış Uykusu’nu görmem oldu. Bu yaz iki yazıyla blogumuzda yer verdiğimiz bu Nuri Bilge Ceylan başyapıtı Winter Sleep ismiyle Parisli edebiyat ve sinemaseverler için gösterimdeydi.

Hasılı, Paris’in kendisi için bir şey diyemeyeceğim ama Ernest Hemingway’in Paris Bir Şenliktir’i edebiyatseverler ve yazma heveslileri için gerçekten bir şenlik! Şu alıntıyla bitirelim:

Başarılı çalışmanın verdiği huzur içinde o uzun merdivenleri inmek ne hoş olurdu. Genellikle ortaya iyi bir şey çıkarana kadar yazar, ondan sonra ne olacağını bildiğim anda yazmayı bırakırdım. Böylelikle yazmayı ertesi gün de sürdürmeyi sağlama bağlamış oluyordum. Ama ara sıra bir öykünün sonunu getiremediğim de oluyordu. O zaman ateşin önünde oturup küçük portakalların kabuğunu ateşe doğru sıkar, saçılan mavi alevleri izlerdim. Ayakta dikilip Paris’in mavi çatılarına bakar ve düşünürdüm. “Üzülme. Şimdiye kadar hep yazdın. Şimdi de yazacaksın. Yapman gereken tek şey doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz.” Sonunda doğru bir cümle bulur yazardım. O sıralarda kolaydı bunu yapmak. Çünkü bildiğim gördüğüm ya da birinden duyduğum doğru bir cümle her zaman bulunurdu.”









10 Kasım 2014 Pazartesi

 YAZMAYI ÖĞRENMEK

“Çocuk kitabı, değil mi?” diye sordu görevli bayan, bir yandan ekranı yukarıdan aşağıya dolduran kitap isimlerini tarıyordu. Aklımda yeni çıkmış iki kitap vardı, yazmak ve yazar olmakla ilgili, ama tuhaftır ikisinin de adını tam hatırlamıyordum. Ben de bana yardımcı olan genç kıza, pek de ümit etmeden “Yazmayı Öğrenmek” deyivermiştim. Ekranda yüzlerce ilkokul kitabının sıralanmasına şaşmamak gerekirdi!
                                                                 
                                                                        ***

Öykü öğretmeni okulun son günü bir günlük verdi Aras’a. "Yazmayı öğrendiğin zaman yaşadıklarını buraya yazarsın" dedi. Pek şenlikli bir gündü, anaokulu bitiyor, -ben biraz yadırgasam da- keple falan fotoğraflar çekiliyordu. Altı yaş çocuklarının ilk okul vedasıydı bu ve artık ilkokul vardı sırada.

O gün arabayla eve dönerken Aras, kucağında günlüğü, “Baba, ilkokulda yazmayı bir günde öğretiyorlar mı?” diye sormuştu. Ben de bir roman kahramanının sevdiğim bir cümlesiyle cevap vermiştim ona. “Ah be oğlum, öyle kolay olsa bu işler?”

                                                                       ***
Gerçekten öyle! Yazmayı öğrenmek, şimdilerde baba oğul, ana uğraşlarımızdan biri. Aras okula başlayalı iki ay oluyor, harfleri tanıyor, her gün yeni bir 'ses'e geçiyorlar ve ödevlerinde karşısına cümle içinde kullanması gereken kelimeler çıkıyor (Talat, et, tat). Ben de öyküler yazmaya çalışıyorum, roman taslakları geçiyor kafamdan, mikro metinler üretiyorum, ‘bir cümlenin en temiz halinin’ peşinden gidiyorum. Ve abartısız, eğer bir edebiyat dergisinin 'içindekiler' sayfasında adımı görürsem (altı yaşındaki) çocuklar gibi seviniyorum!

Hasılı, bu ara farklı düzlemlerde de olsa, Aras’la ikimizin başlıca işi oldu harfler ve sözcükler. Şikayetçi miyim, değilim...
                                                                        ***
O gün kitabevinde bulamadığım kitapların tam isimlerini de biliyorum artık. Biri Demek Yazar Olmak İstiyorsun, diğeri Yazmak Üzerine Notlar.* İkisini de henüz edinmiş değilim ama Notlar’ı ayaküstü biraz karıştırdım. Rastgele açtığım bir sayfada şöyle bir nota rastladım: Yazarın işi yazmayı öğrenmektir. Doğru söze ne denir! Şuncacık bir blog yazısının bile kapağını ne kadar sık açıp içini ne kadar çok karıştırdığımı düşünecek olursak... 
                                                                       ***
Bazen, hiç alakasız bir anda, laf atarım oğluma. Anlamlı anlamsız takılmalar işte, bir konuşma falan başlatmak için belki. Ben bu yazıyı hazırlarken, Aras az ötede kendi kendine oynuyordu. Önümdeki ekranda bahsettiğim kitapların kapakları, bir an arkama yaslandım, kısa bir süre oğlumu seyrettim ve sonra, yine sırf laf olsun diye “Demek sen yazar olmak istiyorsun?” diye seslendim. Kafasını oyuncaklarından kaldırmadan “E, n’olmuş, sen de istiyorsun” dedi bana!

* Demek Yazar Olmak İstiyorsun- Giuseppe Culicchia / Aylak Adam 
   Yazmak Üzerine Notlar -Jules Renard / Sel Yayıncılık

15 Ekim 2014 Çarşamba

MUTSUZLUĞA DOYUM

“Belki birlikte bir senaryo daha yazarız. Ve daha başka senaryolar. Yaşadığımız sürece bir şeyler yapmak zorundayız.”

Bu cümleler Tezer Özlü’nün Ferit Edgü’ye yazdığı bir mektuptan*. Tarih 3 Mayıs 1984, Türkçe’nin doruk romanlarından biri olan Hakkâri’de Bir Mevsim yeni filme çekilmiş, mektupta bundan sonra yapılabilecekler üzerinde duruluyor.  Tezer Özlü özlemle ve kardeşçe yazıyor Türkiye’deki yazar/ yayımcı arkadaşına. O dönem yaşadığı sorunlarını, geleceğe ait hayallerini anlatıyor Edgü’ye, ona içini döküyor. “Yaşadığımız sürece...” diyor.



İki edebiyatçının yazışmalarında, söylemeye gerek yok, güzel ve özenli bir dil var; üstelik pek çok yazar ve eser adı geçiyor bu mektuplarda. Bunlardan biri de Peter Handke’nin Mutsuzluğa Doyum’u. Orjinal ismi Wunschloses Ungluck olan kitabı Türkçe’de yayımlamak isteyen Edgü, arkadaşından kitabın adı için çeviri önerileri istiyor. Doğrusu Edgü’nünki Tezer Özlü’nün okurlarına, bugün iyice moda olan bir deyimle söylersek, manidar gelecek bir rica; zira onlar, Özlü’nün, insanın mutlu olma hali üzerine sıklıkla durmuş, mutluluk meselesiyle sürekli hesaplaşmış (boğuşmuş mu demeli) bir yazar olduğunu bilirler. Mesela Yaşamın Ucuna Yolculuk’u okumuş olanlar, onun kimi satırlarından fışkıran mutsuzluk, yabancılık ve yurtsuzluk (dilerim bir dahaki dünya futbol şampiyonasında ben de bu dünyadan gitmiş olurum) gibi temaları ele alışındaki acı tadı hatırlayacaklardır. Tezer Özlü’nün, kitabın adı için Ferid Edgü’ye önerdikleri arasında Mutsuzluğun Boşluğu, Mutsuz Bir Hiçlik, Mutsuzluğun Durgunluğu gibi adlar var, ki anlaşılan kitabın yayımcısı bu seçenekleri pek uygun görmemiş!

Peter Handke’nin kitabıyla geçen Bayram tatilinde bir alışveriş merkezinde karşılaştığımda bu yaz okuduğum Edgü-Özlü yazışmalarını hatırladım ve hemen raftaki bu mutsuzluğa uzandım.  Kısa bir anlatıydı elimdeki, incecik bir kitap. Çocuklar X-Box’ta falan oyalanırken yarısını bitiririm, diye düşünmüştüm. Ama gördüm ki içi beni yakan metinlerdenmiş. Sağlam, sıkı bir anlatı dili kurmuş Handke, annesinin arkasından, onun anısına yazdığı bu iç dökmede. Eser, kitabın arkasındaki yazıda ‘yazarın kariyerindeki en dolaysız ve yoğun yapıtlardan biri’ diye tarif ediliyor. Cümleler tertemiz ve berraklar, kolay tüketime kapalı, yeniden okumalara açıklar. Handke, annesinin gençlik yıllarını anlatırken dönemin politik ve sosyal atmosferinin içine de sokuyor okuru. Mutsuzluğa Doyum, Ferit Edgü’nün yayınevi olan Ada Yayınlarındaki ilk baskısından 29 yıl sonra şimdi Aylak Adam tarafından basılmış.


“Annem beş çocuğun dördüncüsüydü. Okulda zeki bir öğrenciydi, hocalar en iyi notları veriyor, düzgün yazısını övüyorlardı, derken okul yılları da geçiverdi. Öğrenmek bir çocuk oyunuydu yalnızca, şimdiyse büyüyünce, okul zorunluluğu ortadan kalkınca, gereksizleşiverdi. Kadınlar artık evde kendilerini bekleyen evcilliğe alışmaya başladılar.”
 

Tezer Özlü yazdığı cevap mektubunun sonunda, kendi durumunu, ruh halini anlatırken söylediği, öylesine aklına gelen Hiç Bir Şey İstememenin Mutsuzluğu’nu da eklemiş listeye. Almanca bilmediğim halde -ve fakat şimdi kitabı bitirmiş olduğum için- bu seçenek de fena gelmiyor bana, ama böyle bir kitap adının satış açısından tercih edilmeyeceği de bir gerçek. Galiba kitabın mevcut ismi, Mutsuzluğa Doyum, en güzeli.

O halde, neden aynı zamanda bu yazının başlığı da olmasın?

*Her Şeyin Sonundayım / Sel Yayıncılık

15 Eylül 2014 Pazartesi

ARAS'IN OKUL YOLU

Tabure: O küçük tabureyi hatırlıyorum. Kapının hemen önünde duruyordu ve sanırım hayatımda gördüğüm en küçük  tabureydi.  Bir sabah bu tabureye ağlamaklı bir şekilde çöktüğümü de hatırlıyorum. Aras az önce o kapıdan geçip içeri girmişti. Bir sürü sarılmadan, gitme’den sonra nihayet onu o tarafa alabilmiştik. Sonra da dönüp gitmiştim. Arkamda bıraktığım kapının üstünde yaldızlı harflerle Bilginler Sınıfı yazıyordu.
Genç anneler-babalar, çocukları üç-dört yaşında olanlar! Eğer onu bir kaç saat veya yarım gün falan bir yere bırakmanız gerekiyorsa ayrılma törenini fazla uzatmayın. Arkanızı dönün ve gidin! Mutlaka üzülecek ve muhtemelen ağlayacaktır. Ama bilmelisiniz, sizden sonra onun oradaki, sınıf içindeki hayatı başlayacak, artık kaç saatse. Bir kaç kırık hıçkırıktan sonra onun ortama uyum sağlayacağından, diğer çocuklarla kaynaşacağından emin olabilirsiniz. Sonuçta, mutluluk bir çocuğun da doğal mecburiyeti...

Abdullah: Abdullah Iraklıydı. Bilmiyorum, belki de Suriyeliydi. O zamanlar ‘Suriyeliler’ lafı böyle dolaşımda değildi. Bildiğim, Abdullah’ın ailesinin şiddetin yoğun olduğu bir yerlerden kalkıp Adapazarı’na gelmiş olduğuydu. Abdullah’ın oyun olarak bildiği numaralardan biri, ara sıra diğer çocuklara bakarak elini bıçak gibi kullanıp boynunu kesiyormuş gibi yapmaktı. Bunu yaparken hııı, hıı, gibi garip ve korkutucu sesler çıkarması da cabası! Bu ve bunun gibi bazı taşkınlıklarından dolayı  sınıfta ciddi bir disiplin sorunu oluşmuştu. Bir defasında öğretmenin, her gün eski püskü bir bisikletle oğlunu almaya gelen Abdullah’ın babasıyla ufak yollu bir tartışma yaşadığına da şahit olmuştum. Ama tabii tüm bunlarda dört yaşındaki Abdullah’ın hiçbir suçu yoktu. O da sonuçta Allah’ın bir kuluydu!

Servis: Bir de büyük bir minibüs hatırlıyorum. Okul servisi. Anasınıfı maceramızın başlangıcı. İlk günlerde acayip heyecanlanıyordum. Güvenlik ya da başka endişelerden dolayı değil, oğlumu servise bindirmek, onu oradan uğurlamak hoşuma gidiyordu, içimde bir şeyler kıpırdanıyordu. Nilay bu halime bakıp gülüyordu. “Düğününde ne yapacaksın sen?” diyordu.

Servisin geliş saati genelde 8.50 falandı. Aras’ı en geç ‘35 geçe zaten çok az şey yediği kahvaltı masasından kaldırıyordum. Diş fırçalama, ve –varsa- kaka falan, bir iki dakika daha oyalanıp ’46, ‘47 geçe gibi evden çıkıyorduk. Birazdan Can Abinin minibüsü (biz, cancemtur diyorduk) kolejin oradan kavşağı dönüp geliyordu. Eve döndüğümde Nilay “ne oldu, gitti mi, ne çabuk” falan diyordu. Sonra da ekliyordu: “Eğer servise yetişme yarışı diye bir şey varsa birincilik ödülünü size vermeleri gerekir.”

 Uyum:  Aras bu hafta ilkokula başladı. Evet, oğlum üç yıldır okula gidiyor ama işte birinci sınıfa daha yeni başlıyor! Geçen hafta uyum haftasıydı. İlk gün okul, haliyle ve kelimenin gerçek manasıyla, tam bir ana baba günüydü. Sabah ilk iş çocukların isimlerinin sınıflara göre okunması oldu. Orada herkes öğretmeniyle tanıştı; fotoğaflar çekildi, sonra hoop haydi sınıfa! Bu sıcak karşılamanın yanı sıra uyum paketinin içinden çıkan şeker ve balonlar da bütün çocukların hoşuna gitti.

Şimdi kreşti, anaokuluydu hepsi geride kaldı. Bu yeni bir dönem. Nelermiş o geride kalanlar? Ranzalarda uyumalar, hemen kapının önünde kum ve salıncaklar, dinlenme saatleri, okula oyuncak götürme günleri, akşamüstü poğaça yemeler, kafamız estiğinde bugün gitmesin bari’ler.

Aras da artık bunun yeni bir dönem olduğunun farkında. Bu dönemin hayatına yeni ve değişik şeyler getirdiğinin de. İkinci günün akşamı şöyle dedi bize: “Bugün öğretmenimiz bir kural koydu, artık o içeri girince ayağa kalkacağız!”


29 Ağustos 2014 Cuma

JOYCE’UN EVELİNE’I, KAVAFİS’İN ŞEHRİ

            Bu yaz Granada Edebiyat ve Sarnıç Öykü dergilerini alanları kapıda James Joyce karşıladı. 2014, yazarın ünlü öykü kitabı Dublinliler’in yayımlanışının yüzüncü yılıydı ve o kapıdan girenlere, içerde, dünya edebiyatının (ev) sahiplerinden biri olan İrlandalı yazarla ilgili doyurucu metinler, ufuk açıcı incelemeler ikram edildi.



          Dublinliler’de Üzücü Bir Olay, Araby ve Ölüler gibi çok güzel öyküler vardır. Ama sanırım burada benim en sevdiğim hikaye Eveline’dır. Uzun bir süredir ‘gidelim buralardan’ hülyaları içinde yaşayan bir genç kızın hikayesidir bu. Hikayenin başında, Eveline ismindeki bu kızı akşamın çöktüğü saatlerde pencere kenarına oturmuş, kucağında iki mektupla sokağı seyrederken ve ötelerden gelen sesleri dinlerken buluruz.  Mektuplardan biri babası diğeri ağabeyi içindir. Eveline’ın planı, evden kaçmak ve sevgilisi Frank’la çok uzaklarda, Buenos Aires’te yeni bir hayata başlamaktır. İnsanın çocukluğunu geçirdiği şehirden, evinden, ailesinden, kısaca -Masumiyet Müzesi’nde kullanılan haliyle söylersek- onu yapan şeylerden ayrılmasının aslında ne kadar zor olduğunu Eveline’ın düşünce dünyasında yaptığımız kısa seyahat net bir biçimde gösterir. James Joyce öyküye hakim olan hüzün duygusunu çok da altını çizmeden bize ulaştırırken sade ve akıcı bir dil kullanır. Eveline eşiktedir o an, daha bir yere gitmemiştir, sadece bir karar vermiştir ve yapmayı düşündüğü şey henüz bir plandan ibarettir. Ama işte hüzün, bizim o eşikten geçmemizi beklemez her zaman; kapıda beliriverir.


Bir ay kadar önce Bayramdı. Bazılarımız bu birkaç günlük boşluğu çocukluğuna dönerek doldurmayı seçti. Sosyal medyada dikkatimi çeken paylaşımlardan biri Ömer Erdem’in o sıralar Facebook’a koyduğu şu fotoğraf oldu. Erdem, çocukluğunun geçtiği kasabaya gelmiş, ilk kitaplarını aldığı dükkanın hayaleti önünde duruyor. Sizce yıllar sonra o vitrinde kendi yansımasına bakan ‘büyük çocuk’ ne düşünüyor? Zaman geçmiştir ve dükkanın önünden çok sular akmıştır. Doğrusu hüzünlü bir fotoğraf bu. Hüzün, sanırım, fotoğrafın bir ayağımızın her daim çocukluğumuzda olduğunu anımsatıyor olmasından kaynaklanıyor.

Ben de arada Küçük Kaynarca’ya gittiğimde benzer duyguları yaşıyorum. Köyün ilçeye aslında ne kadar yakın, bir zamanlar içinde yaşadığımız lojmanın gerçekte ne kadar küçük olduğunu her defasında yeniden keşfediyorum ve bu durum içimi garip bir hüzünle dolduruyor. İlkokulum orada öyle bekliyor, kırık dökük ve unutulmuş. Bisiklete binmeyi öğrendiğim ‘kocaman’ bahçe, meğer üç beş adımlık bir yermiş. Annemler köye ilk geldiklerinde kışı Fahriye Teyzenin evinde kiraladıkları bir odada geçiriyorlar; sene 74, o sırada lojman inşa ediliyor, babam 1’den 5’e tüm sınıfları topladığı okulun tek dersliğinde eğitime başlıyor. Kış geldiğinde her öğrencinin soba için bir adet odun getirmesi zorunlu. Şimdi şu fotoğraftaki ölü hali pek bir şey anlatmıyor ama o zamanlar bu okul içindekilerle beraber nefes alıyor, yaşıyor.



           Gitmek ve dönmek bağlamında konuştuğumuzda Kavafis’in meşhur Şehir şiirini de anmadan olmaz. Hani “Yeni bir ülke bulamazsın / Başka bir deniz bulamazsın / Bu şehir arkandan gelecektir” diyen ve bizim kuşağın daha çok bir  Ezginin Günlüğü bestesi olarak tanıştığı bu eşsiz şiir de benzer duyguları işler, çıkışsızlığımızı anlatır:

                                                               ŞEHİR

                       'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin
                                   'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
                                   Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
                                   -bir ceset gibi- gömülü kalbim.
                                   Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
                                   Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
                                   kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
                                   boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'

                                   Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
                                   Bu şehir arkandan gelecektir.
                                   Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
                                   aynı mahallede kocayacaksın;
                                   aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
                                   Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
                                   Başka bir şey umma-
                                   Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
                                   öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.

                                                                                              Konstantinos Kavafis

 (Çeviren: Cevat Çapan)

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...