Dublinliler’de Üzücü Bir Olay, Araby ve Ölüler gibi çok güzel öyküler vardır. Ama sanırım burada benim en sevdiğim hikaye Eveline’dır. Uzun bir süredir ‘gidelim buralardan’ hülyaları içinde yaşayan bir genç kızın hikayesidir bu. Hikayenin başında, Eveline ismindeki bu kızı akşamın çöktüğü saatlerde pencere kenarına oturmuş, kucağında iki mektupla sokağı seyrederken ve ötelerden gelen sesleri dinlerken buluruz. Mektuplardan biri babası diğeri ağabeyi içindir. Eveline’ın planı, evden kaçmak ve sevgilisi Frank’la çok uzaklarda, Buenos Aires’te yeni bir hayata başlamaktır. İnsanın çocukluğunu geçirdiği şehirden, evinden, ailesinden, kısaca -Masumiyet Müzesi’nde kullanılan haliyle söylersek- onu yapan şeylerden ayrılmasının aslında ne kadar zor olduğunu Eveline’ın düşünce dünyasında yaptığımız kısa seyahat net bir biçimde gösterir. James Joyce öyküye hakim olan hüzün duygusunu çok da altını çizmeden bize ulaştırırken sade ve akıcı bir dil kullanır. Eveline eşiktedir o an, daha bir yere gitmemiştir, sadece bir karar vermiştir ve yapmayı düşündüğü şey henüz bir plandan ibarettir. Ama işte hüzün, bizim o eşikten geçmemizi beklemez her zaman; kapıda beliriverir.
Bir ay kadar önce Bayramdı. Bazılarımız bu birkaç günlük boşluğu çocukluğuna dönerek
doldurmayı seçti. Sosyal medyada dikkatimi çeken paylaşımlardan biri Ömer Erdem’in
o sıralar Facebook’a koyduğu şu fotoğraf oldu. Erdem, çocukluğunun geçtiği
kasabaya gelmiş, ilk kitaplarını aldığı dükkanın hayaleti önünde duruyor. Sizce
yıllar sonra o vitrinde kendi yansımasına bakan ‘büyük çocuk’ ne düşünüyor? Zaman
geçmiştir ve dükkanın önünden çok sular akmıştır. Doğrusu hüzünlü bir fotoğraf
bu. Hüzün, sanırım, fotoğrafın bir ayağımızın her daim çocukluğumuzda olduğunu
anımsatıyor olmasından kaynaklanıyor.
Ben
de arada Küçük Kaynarca’ya gittiğimde benzer duyguları yaşıyorum. Köyün ilçeye
aslında ne kadar yakın, bir zamanlar içinde yaşadığımız lojmanın gerçekte ne
kadar küçük olduğunu her defasında yeniden keşfediyorum ve bu durum içimi garip
bir hüzünle dolduruyor. İlkokulum orada öyle bekliyor, kırık dökük ve unutulmuş.
Bisiklete binmeyi öğrendiğim ‘kocaman’ bahçe, meğer üç beş adımlık bir yermiş. Annemler
köye ilk geldiklerinde kışı Fahriye Teyzenin evinde kiraladıkları bir odada geçiriyorlar; sene 74, o sırada
lojman inşa ediliyor, babam 1’den 5’e tüm sınıfları topladığı okulun tek
dersliğinde eğitime başlıyor. Kış geldiğinde her öğrencinin soba için bir adet odun
getirmesi zorunlu. Şimdi şu fotoğraftaki ölü
hali pek bir şey anlatmıyor ama o zamanlar bu okul içindekilerle beraber nefes alıyor, yaşıyor.
Gitmek ve dönmek bağlamında konuştuğumuzda Kavafis’in meşhur Şehir şiirini de anmadan olmaz. Hani “Yeni bir ülke bulamazsın / Başka bir deniz bulamazsın / Bu şehir arkandan gelecektir” diyen ve bizim kuşağın daha çok bir Ezginin Günlüğü bestesi olarak tanıştığı bu eşsiz şiir de benzer duyguları işler, çıkışsızlığımızı anlatır:
ŞEHİR
'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin
'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
Konstantinos
Kavafis
(Çeviren:
Cevat Çapan)
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder