Bir arkadaşım var,
fark ettim ki ne zaman bir öykümü okusa metnin içinde ya da kimi cümlelerin
arkasında hep gizli anlamlar, yakıştırmalar arıyor. ‘Sıcak bir gün’ derken acaba
bir gönderme mi yapmıştım, ‘hafif bir rüzgar’ sözünde bir mesaj mı vardı, peki
aynı öyküde iki kez ‘unutuyorlar’ demem kasıtlı mıydı?
Bunların
hiçbirinde bir kasıt olmadığını söylüyorum ona. ‘Edebiyatın böyle bir işlevi
olmamalı’ görüşünde değilim, olabilir, yazar eserinde göndermeler yapabilir, gerektiğinde
yapmalıdır da; dolaylı veya direk kimi mesajlar verebilir, gerektiğinde
vermelidir de (bkz. iki önceki Demir Özlü yazısı). Ama yazınsal bir metnin sadece
bu şekilde ve bu amaçla kurulabileceğini de herhalde iddia edemeyiz. Nabokov’un
bir futbol kalecisini tarif ettiği o enfes paragrafı hatırlayın. Bir metnin
taşıdığı edebi gücü belirleyen şeyler arasında sözcük seçimi, paragrafların
akışı, okuyanda yarattığı çağrışımlar, imgeler gibi şeyler (de) vardır.
Arkadaşımla
bunları konuşuyoruz. Bana hak veriyor. Bunun farklı bir okuma biçimi de
gerektirdiğini söylüyoruz. Ve en sonunda, eğitim hayatımız boyunca, okuduğumuz
metinlerde hep ana fikir ve mesaj sorgulaması yapmaya alıştırılmış olduğumuzda
birleşiyoruz.
Faruk Duman’ın
geçenlerde attığı bir tweet tam da bu konuyu konuştuğumuz günlere denk geldi. Robert
Walser'dan bir alıntıydı:
Kitaplardan, hayata kılavuzluk edecek
ipuçları çıkarmak isteyen insanlar vardır. Onlar için yazmadığımı söylemek
zorundayım.
Robert Walser’ı
çok iyi tanıdığımı söyleyemem ama sanırım onu anlıyorum. Okuduğum tek kitabı
olan Gezinti’deki öyküler herhalde bu
bahsettiğim gruba girer. Bu kitaptaki favorim Dünyanın Sonu adlı öyküdür; bir gün, sırf aklına geldiği için,
dünyanın sonuna kadar yürümeye karar veren ve bu yolculuğu esnasında insanlarla
da nesnelerle de güneşle de geceyle de ilgilenmeyen bir çocuğun kısacık
hikayesidir; onu, kitabı aldığımız gün, geleneksel dondurma seansımız esnasında
Aras’a da okumuştum. Sayın yazarın bu öyküyü benim için yazıp yazmadığını bilmiyorum
ama ben pek severim Dünyanı Sonu’nu.
Gezinti’de de durum böyledir: Yazar burada sabah evinden çıkan ve etrafı seyrederek
yürüyen, yani gezinen bir anlatıcı kurmuştur ve onun gözünden dünyaya hülyalı
hülyalı bakmıştır. Öykü boyunca bazen çevredeki mimariyle ilgili ya da karşıdan
gelen insanların giyim kuşamlarına dair birkaç şey söylese de anlatıcı hayata kılavuzluk
edecek şeyler sunmaz bize. Bir ara onunla beraber bankaya gireriz, sonra vergi
memuruyla bir konuşma; rahattır anlatıcımız, öyle büyük düşünceleri ve büyük mesajları yoktur. Derdi ders vermek
değildir yani- bu da iyi bir
şeydir. Gezintinin bir yerinde,
kaldırımda uyuklayan ve kendisini selamlamayan bir sokak köpeğine hafifçe fırça
atışı ve onun karşısında (aslında biraz da kendisiyle alay ederek) böbürlenişi ise
pek hoştur.
Bu ara HAYDUT
isimli yeni bir kitabı çıktı yazarın. O da pek övülüyor, onu da edinmeyi düşünüyorum. Acaba
Robert Walser’in kitaplarını yazarken seslenmeyi amaçladığı okurlar arasında ben de var mıyım? Bakalım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder