Dublinliler’deki öyküleri ilk kez bir üniversite öğrencisiyken okudum ve hiç bir şey
anlamadım! O yaz Fethiye’deydim, gündüzleri tekne turu için bilet satmaya
çalıştığım sahil yolunda akşamları dizi dizi stantlar açılır, genelde biblolar,
tişörtler ve kupalar satan bu yerlerde birkaç tane de kitapçı olurdu. Bir akşam
burada dolaşırken James Joyce adını gördüm. Bu isme okuldaki derslerden dolayı zaten
aşinaydım; bizim bölümde (İngiliz Dil Bilimi) alan derslerinin yanı sıra İngiliz
ve Amerikan edebiyatından örneklerin işlendiği pek çok short story dersi vardı
ve benim için bu ikinci grup her zaman daha çekici olmuştu. O akşam bu
duygularla Dublinliler’i aldım ve bu
çok meşhur kitabın dünyasına girmeye çalıştım. Ama bir sorun vardı: Okuduklarım
bana hiç bir tat vermiyordu! Edebiyat dünyasında böylesine kendine özgü bir
yeri olan bir yazarın doğup büyüdüğü şehirde geçen bu öyküler hiç bir şekilde bana
hitap etmiyordu. Üstelik dili de öyle çok özel, hani nasıl derler, ‘edebi’
gelmemişti bana! Düşünüyor ama bir türlü bulamıyordum. Bu yazar neden bu kadar
ünlüydü, bunlar ne biçim öykülerdi?
Biyolojik yaş, psikolojik yaş, e bir de okurluk
yaşı var herhalde, diye düşünüyorum şimdi. İnsanın belirli metinlerdeki edebi
tadı hakkıyla duyabilmesi için önce başka metinlerden geçmesi, belli bir okurluk
anlayışına ulaşması gerekiyor. Siz okudukça yeni metinler açılıyor önünüze, bu
kesin. Çeşitlilik sizi besliyor. Bir süre sonra daha seçici olmaya başlıyorsunuz.
Bu bakımdan (yazarlık kadar olmasa da) okurluk da bir zaman meselesi olarak
ortaya çıkıyor, bir hazırlık evresi, bir altyapı istiyor.
İnsan 30’undan önce Joyce okumamalı, diye bir
iddiam yok tabii; bunu söylemiyorum, sadece sürecin (bazen) ben de nasıl işlediğini
anlatıyorum. Geçenlerde Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ı okuyup ondan hiç
hoşlanmadığını söyleyen bir öğrencime de benzer şeyler söyledim. Selim
İleri’nin Deniz Feneri’ni ilk
okuyuşunu “Pek başarılı bir okuma
değildi...” diye anması da bu anlattıklarıma bir başka örnektir. Üstelik
benim için sadece Dublinliler ilgili
bir mesele de değil bu. Aynı şey Yeraltından
Notlar’da da olmamış mıydı? Veya o akşam Fethiye’de aldığım kitap Altı Ay Bir Güz olsaydı, bu benim
edebiyattan tamamen soğuyacağımın resmi olmaz mıydı?
Yıllar sonra Dublinliler’i tekrar aldım (ilk kitap
Ege’de kalmıştı çünkü). Öğrenciyken bana hiç okuma zevki vermeyen bu Dublin
öykülerini çok sevdim, kitabın dünya edebiyatı içinde özel bir yere sahip
olmasının nedenlerini şimdi az çok anlıyorum ve bazı öyküleri dönüp dönüp
okuyorum. Belki de en çok şu sebepten: Bu öyküler her şeyden önce iyi bir
metnin vadettiği estetik hazzı veriyorlar okura. Tabii, dediğim gibi, bu haz
zaman içinde gelişen bir şey, onu kazanmak için sanırım çok okumak, hep okumak,
farklı yazarları tanımak ve değişik metinlerden geçmek gerekiyor. Bunun düpedüz
bir eğitim süreci olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dublinliler’de arada döndüğüm,
her defasında başka bir tat aldığım öyküleri okurken (Eveline, Ölüler, Üzücü
Bir Olay) James Joyce’un yazınsal gücünü
yeniden hissediyorum; cümleler arasındaki geçişler, paragraflardaki akış, süsten
ve fazlalıklardan arındırılmış o doğal anlatım beni tekrar tekrar şaşırtıyor. Ve
bir zamanlar pek de ‘edebi’ bulmadığım bu metinleri okurken kendime o zamanlar 'edebiyat' deyince ne anladığımı da
soruyorum.
Ataoğlu Behramoğlu’nun (sanırım) en çok bilinen
şiirinin adını biraz değiştirdim, bu yazıya başlık için: Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var. Bu şiir yaşama sevinci,
hayata sarılma, ona sahip çıkma izleğini işler. Kuşkusuz benim yazdığım bu ‘okuma
/ okumayı öğrenme’ yazısıyla ile pek ilgisi yok. Ama madem başlığını kullandık,
bu şahane şiiri de yazının sonuna koymadan olmaz şimdi:
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla
gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi
dinleneceksin
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak
arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin
mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle
dolmalısın
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır
insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe,
bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir
armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder