25 Ekim 2015 Pazar

OKUDUKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR


Dublinliler’deki öyküleri ilk kez bir üniversite öğrencisiyken okudum ve hiç bir şey anlamadım! O yaz Fethiye’deydim, gündüzleri tekne turu için bilet satmaya çalıştığım sahil yolunda akşamları dizi dizi stantlar açılır, genelde biblolar, tişörtler ve kupalar satan bu yerlerde birkaç tane de kitapçı olurdu. Bir akşam burada dolaşırken James Joyce adını gördüm. Bu isme okuldaki derslerden dolayı zaten aşinaydım; bizim bölümde (İngiliz Dil Bilimi) alan derslerinin yanı sıra İngiliz ve Amerikan edebiyatından örneklerin işlendiği pek çok short story dersi vardı ve benim için bu ikinci grup her zaman daha çekici olmuştu. O akşam bu duygularla Dublinliler’i aldım ve bu çok meşhur kitabın dünyasına girmeye çalıştım. Ama bir sorun vardı: Okuduklarım bana hiç bir tat vermiyordu! Edebiyat dünyasında böylesine kendine özgü bir yeri olan bir yazarın doğup büyüdüğü şehirde geçen bu öyküler hiç bir şekilde bana hitap etmiyordu. Üstelik dili de öyle çok özel, hani nasıl derler, ‘edebi’ gelmemişti bana! Düşünüyor ama bir türlü bulamıyordum. Bu yazar neden bu kadar ünlüydü, bunlar ne biçim öykülerdi?

Biyolojik yaş, psikolojik yaş, e bir de okurluk yaşı var herhalde, diye düşünüyorum şimdi. İnsanın belirli metinlerdeki edebi tadı hakkıyla duyabilmesi için önce başka metinlerden geçmesi, belli bir okurluk anlayışına ulaşması gerekiyor. Siz okudukça yeni metinler açılıyor önünüze, bu kesin. Çeşitlilik sizi besliyor. Bir süre sonra daha seçici olmaya başlıyorsunuz. Bu bakımdan (yazarlık kadar olmasa da) okurluk da bir zaman meselesi olarak ortaya çıkıyor, bir hazırlık evresi, bir altyapı istiyor.

İnsan 30’undan önce Joyce okumamalı, diye bir iddiam yok tabii; bunu söylemiyorum, sadece sürecin (bazen) ben de nasıl işlediğini anlatıyorum. Geçenlerde Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ı okuyup ondan hiç hoşlanmadığını söyleyen bir öğrencime de benzer şeyler söyledim. Selim İleri’nin Deniz Feneri’ni ilk okuyuşunu “Pek başarılı bir okuma değildi...” diye anması da bu anlattıklarıma bir başka örnektir. Üstelik benim için sadece Dublinliler ilgili bir mesele de değil bu. Aynı şey Yeraltından Notlar’da da olmamış mıydı? Veya o akşam Fethiye’de aldığım kitap Altı Ay Bir Güz olsaydı, bu benim edebiyattan tamamen soğuyacağımın resmi olmaz mıydı?

Yıllar sonra Dublinliler’i tekrar aldım (ilk kitap Ege’de kalmıştı çünkü). Öğrenciyken bana hiç okuma zevki vermeyen bu Dublin öykülerini çok sevdim, kitabın dünya edebiyatı içinde özel bir yere sahip olmasının nedenlerini şimdi az çok anlıyorum ve bazı öyküleri dönüp dönüp okuyorum. Belki de en çok şu sebepten: Bu öyküler her şeyden önce iyi bir metnin vadettiği estetik hazzı veriyorlar okura. Tabii, dediğim gibi, bu haz zaman içinde gelişen bir şey, onu kazanmak için sanırım çok okumak, hep okumak, farklı yazarları tanımak ve değişik metinlerden geçmek gerekiyor. Bunun düpedüz bir eğitim süreci olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dublinliler’de arada döndüğüm, her defasında başka bir tat aldığım öyküleri okurken (Eveline, Ölüler, Üzücü Bir Olay) James Joyce’un yazınsal  gücünü yeniden hissediyorum; cümleler arasındaki geçişler, paragraflardaki akış, süsten ve fazlalıklardan arındırılmış o doğal anlatım beni tekrar tekrar şaşırtıyor. Ve bir zamanlar pek de ‘edebi’ bulmadığım bu metinleri okurken kendime o zamanlar 'edebiyat' deyince ne anladığımı da soruyorum.

Ataoğlu Behramoğlu’nun (sanırım) en çok bilinen şiirinin adını biraz değiştirdim, bu yazıya başlık için: Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var. Bu şiir yaşama sevinci, hayata sarılma, ona sahip çıkma izleğini işler. Kuşkusuz benim yazdığım bu ‘okuma / okumayı öğrenme’ yazısıyla ile pek ilgisi yok. Ama madem başlığını kullandık, bu şahane şiiri de yazının sonuna koymadan olmaz şimdi:

 YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:

Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi

Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten

Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
 İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne

Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa

Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır

Kopmaz kökler salmaktır oraya 
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını

Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin

Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara

Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
 İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine

Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın

Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
 Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar

Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın

Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu

Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
 Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle

Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı

Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına

Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
 Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:

Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına

Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır

Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.






Hiç yorum yok:

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...