I.
Kitabevine
giriyoruz. Hemen sağdaki reyonun önünde duruyorum. Aradığım, orada. Uzanıp
alıyorum ve bir yere çöküp işaret parmağımla İçindekiler’in üzerinde hızla dolaşıyorum.
Ve sayfayı açıyorum. Aras, başımda:
-Bak!
-Bu
ne baba?
-Sence
ne?
Aras biraz
eğiliyor, sayfanın üstünde adımı okuyor.
-Bu
ne baba?
-Bu,
bir öykü.
-Baba,
bu kitabı sen mi yazdın?
-Bu
kitap değil, bir dergi. Buraya herkes yazı yolluyor, dergiyi çıkaranlar o
yazıyı beğenirlerse dergide yayımlıyorlar.
-
Seninkini beğenmişler mi?
-
E, beğenmişler ki buraya koymuşlar.
-
Anladım.
-
Aferin!
-Baba,
sen şimdi ünlü mü oldun?
-
???
II.
Aras’a
gösterdiğim öykünün adı Caner. Notos’un
45. sayısı. Geçen yıl Nisan. Caner derginin
sayfalarına ulaşana kadar ciddi bir evrim ve uzun bir yolculuk geçirdi aslında. Bu da işte öykünün hikayesi:
İlk
hali sanırım iki sayfaydı, 400 kelime falan. 2008 ya da 2009 olacak, Notos’a
ilk o zaman yollamıştım. İnan Çetin değerlendirme yazısında yaklaşık olarak, “Kurgusu
zayıf, kurguya daha çok eğilmeniz lazım” diye yazdı. Ve haklıydı. Sonra ben Caner’i
biraz daha genişlettim, onu önceden yazdığım başka bir metinle –öyküleştirerek-
birleştirdim. Ve biraz daha işledim. Bir zaman sonra Varlık’a yolladım. Hatice
Meryem “Bu ay giriş paragrafı en güzel öykü sizinkisi,” diye yazdı. Bu güzel
bir haberdi, ama işte hiçbir dergi öyküleri giriş paragrafları için
yayımlamıyordu! Öte yandan, bunun ciddi bir teşvik olduğu da yadsıyamazdım;
devam ettim. (Hatice Meryem bu tarihten bir kaç ay sonra Hastane Kendimize adlı öyküme onay verecek ve bu, benim bir basılı
dergide çıkan ilk öyküm olacaktı.)
Biraz
daha zaman geçti. Belki bir yıl. Arada başka şeyler yazdım, çeşitli dergilerde
bir iki öyküm daha çıktı. Caner’e de ara ara dönüp düzeltmeler yaptım. Öykünün
üzerinde çok oynadım ama ismi hep aynı kaldı. Sonra, devir sosyal medya devri, bir şekilde Semih Gümüş’e ulaştım. Semih Bey
öyküyü okudu ve o haliyle bir dergide yayımlanacak seviyede olmadığını söyledi.
O zaman çok hayal kırıklığına uğradım, desem yalan olur. Bazen (yetkin) birinin
size “Bu olmamış” demesi de bir şeydir. Olma
haline giden yolda pek çok henüz olmama
durumu olduğunu gayet iyi biliyorum. Sonuçta ben de bir öğretmenim.
Caner’in ‘hali’ ile ilgili önerileri dikkate aldım, onu dinlendirdim
ve ara ara dönüp baktım. Bu arada bol bol Sait Faik ve Memduh Şevket okudum,
öyküde olmasını istediğim ton için (rahat, gamsız, sakin ama azıcık dertli)
biraz kafa yordum. Öyküde düzeltmeler
yaptım ve birkaç sayı geçtikten sonra Notos'a yine yolladım.
III.
Beklemek,
yazma sürecinde, daha çok da yayımlama sürecinde belirleyici etmen. Daha geçenlerde,
bana sırada çok öykü olduğunu, yayın kurulunca onaylanan öykümün dergiye konmasının
biraz zaman alacağını ileten bir başka dergi yöneticisine şöyle yazdım: Bu, sorun değil. Yazmak ve beklemek arasında
yakın bir ilişki olduğunu artık öğrendim.”
Hasılı,
Notos’a ulaşmak için uzun bir yol kat etmesi gerekti Caner’in. Tüm bu
hareketlilik bir hiza getirdi yazdığım şeye, yazım sürecinin yenilenmesini,
metnin güncellenmesini sağladı. E, zaten böyle olması da gerekiyordu; bunun
aksi, öykünün donuk ve kendi içine dönük bir metin olarak kalması demekti ki bu
Yazı’nın olgunlaşması önünde en büyük
engeldir. Bugün artık bunu daha iyi biliyorum.
İşbu
yazıyı da öykü yazmakla ilgilenen ve arada sırada “Dergilere öykü gönderirken neler
yapmamız gerekiyor?”, “Bize dönüyorlar mı?” diye soran genç arkadaşlar için,
bir de “Yok abi, mutlaka editör bir ahbabın olacak, tanıdığın olmadan hayatta
yayımlamazlar” diye düşünen şüpheciler için yazdım.
1 yorum:
Tebrik ederim. Güzel bir heyacan olmalı.
Yorum Gönder