31 Ocak 2012 Salı

HER ESARETİN BİR BEDELİ

Haşmet Babaoğlu'lunun umut konusunu işlediği yazısından Kafa Dengi'nde Selahattin Yusuf'un hatırlatmasıyla haberdar oldum. Yazının başlığını (Fotoğrafta İyi Çıkmak ) internette dolaşırken görmüştüm (ve ne yazık ki çoğu 'dolaşmada' olduğu gibi sadece 'görmüştüm'). Bu yazıda yazar, modern insanın umudu Tanrı inancından koparıp ayırdığını,  bu yüzden de (ve başka türlü olması beklenemeyecek bir şekilde) dünyada umutsuzluk ve çaresizliğin hızla yayıldığını iddia ediyor ve 'artık umut demek; insanın  kendisine ve topluma olan güveni demek' diyordu. 

Umudu tüm diğer inaçlardan ayırıp kopartan modern insanla kimlerin, kaç kişinin, hangi toplumsal sınıfın kastedildiği tartışması bir yana, günümüz insanının (eğer varsa) topluma olan güveni konusu da hayli su götürür bir mesele gibi duruyor. En azından benim izlenimim, iş başvurusunu yapmış bekleyen delikanlıda , hastanede annesinin başında refakatçi olarak bekleyen genç kadında ve  maaşının bu dönem olmazsa bir sonrakinde yükselmesini bekleyen emeklide umudun sarsılmaz bir inanca hep eşlik ettiği yönünde. Bence insan,doğası gereği, umudu sadece kendine ve çevresine bağlayamaz, bunun adı umut olmaz o zaman. Doğaüstü ne varsa inandığı, ona eklemler umudunu.

Umut konusunda en çarpıcı dialoglardan biri, bir çok insanın -haklı olarak- en çok sevdiği film olan Shawshank Redemption'ta geçer. Bu film halen IMDB listesinde bir numarada ve bazı öğrencilerimin bu filmi beş-altı kez izlediğini biliyorum. Ben filmi üç kez, şu anlatmak üzere olduğum sahneyi de, Youtube sayesinde, çok kez izledim:  

Andy Dufresne (Tim Robins) cezasından dolayı hücrede geçirdiği bir haftanın ardından hapishanenin yemekhanesinde 'bir öğle yemeği neşesi için' arkadaşlarına katılır. Onun bu cezayı almasına sebep olan olay, görevli lavabodayken bir yolunu bulup hapishane hoparlöründen tüm avluya Figaro'nun Düğünü'nü çalmasıdır. (Aslında bu bölüm filmde en sevdiğimiz sahnedir ama burada anlatmak pek mümkün değil, lütfen izleyin).

Yemek sırasında arkadaşları 'Hoşgeldin', derler Andy'ye. 'Nasıl geçti zaman hücrede?'
-Müziğe orada devam ettim. Mozart eşlik etti bana, der Andy Dufresne.
-Nasıl yani, orada plak çalmana izin mi verdiler? diye sorar biri saf saf. Andy bir an durup işaret  parmağıyla kafasını ve sonra kalbini gösterir.
-Burda ve burda, der. Müziğin güzelliği bu zaten, onu senden asla alamazlar.
Diğer adamımız Red (Morgan Freeman) Andy'nin karşı çaprazında oturmaktadır, tüm karizmasıyla söze girer:
- Bir ara mızıka çalmıştım, der hapishanenin duvarlarına bakıp. Ama burada pek bir anlamı yok. 
-Sen ne diyorsun?, diye çıkışır Andy. Asıl burada anlamlı en çok. Dünyanın duvarlardan ibaret olmadığını anlatır bize. 
Red biraz sinirlenir:
- Sen neden bahsediyorsun ( What are you talkin' about?)
-Umut, der Andy gayet sakin bir şekilde.
-Umut, diye tekrarlar Red, kızmıştır, elindeki kaşığı Andy'ye doğru sallar ve 'Sana bir şey söyleyeyim dostum' der.  'Bak .. Umut tehlikeki bir şeydir...Umut insanı delirtebilir.. Bu fikre alışsan iyi edersin...'
Ve elindeki kaşığı tabağa fırlatır, sonra kalkıp gider...

Red'in gerçekte bu düşüncede olmadığını, özgürlüğünü elde etmek için, her yıl kurulun karşısına çıktığında -bir umut- 'ben artık iyi biriyim' demesinden anlıyoruz. Stephen King'in bir hikayesinden uyarlanan ve Esaretin Bedeli ismiyle televizyonlarda da sık sık gösterilen filmin ana izleğidir umut. Andy tüm planlarını özgürlüğe doğru ve çok zekice yapsa da kendi dışında gelişecek tüm şartların da iyi gitmesi için , içinde bir inanç mutlaka taşıyordu. Çünkü kimse istediği şeyi başaracağını mutlak anlamda 'bilemez.'

Filmin sonunda Red'e yazdığı mektupta Andy 'Umut iyi bir şeydir' diyor. 'Belki de hayatta olan şeylerin en iyisi...' Bizler, yani Shawshank Redemption Muhipleri, bunu biliriz, bunu söyleriz.  

Hiç yorum yok:

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...