27 Aralık 2012 Perşembe

ONAT'IN ODASI

Onat Kutlar ‘Çevirmen’ adlı denemesinde çocukken yaşadığı bir olayı ve o olay sayesinde bir özelliğini keşfedişini anlatır. Kısaltarak aktarıyorum: Bir gün evlerine konuk olan emekli yargıç pencereden ağaçtaki serçelere tüfeğini doğrultmuştur. Çünkü o, serçelerin yemişlere zarar verdiğini düşünmektedir. Durumdan rahatsız olan abla ‘Vuracaksınız, yılanı vurun’ der. Babası 'Atı hazırladınız mı?’ diye seslenir seyise. Annesi misafiri yönlendirmeye çalışır: ‘Artık yorulmuşsunuzdur’. Emekli yargıç cevap verir: ‘Kalemi kırdık bir kere.’ Küçük kardeş de bunu anlamaz.

Aslında durum şudur: Baba yola çıkacaktır, ama bunu misafirine söyleyemez. Ablaya göre kuşların bir suçu yoktur; onları rahatsız eden asıl yılandır. Anne, artık yargıcın gitmesini istemektedir. Gel gelelim yargıcınsa kuşlar için verdiği idam kararından dönmeye niyeti yoktur.

Onat Kutlar o gün insanların bazen bir şey söylerken aslında başka bir şeyi kastettiklerini, bunun da başka yanlış anlamalara yol açtığını fark eder. Kimse kafasındakini net söylemez, söyleyemez. ‘Sanki odada bir Japon, bir İngiliz, bir Macar, bir İspanyol vardı ve hiçbiri ötekinin dilini bilmiyordu’.  Kutlar yıllar sonra konu üzerine düşündüğünde, bence de haklı bir tespitle, şu sonuca varır:

Beni en çok şaşırtan şey, iki insanın sözlerini aynı dilde birbirlerine çevirirken benim kullandığım sözlerle yeni ve üçüncü bir dil oluştuğunu görmem oldu. Çünkü eninde sonunda iki taraf arasında bulunan ben de bir ‘dil’le konuşuyordum. Ve bu dil öbür ikisinden farklıydı. İki insan, iki topluluk ya da yeryüzü ile insan arasında yeniden üretilen bir dil.

Şimdi kimi zaman düşünüyorum. Acaba edebiyat denilen şey bu mu?


'Doğmadığım Gün' isimli filmi seyredişim ‘Çevirmen’i yeniden okuduğum günlere denk geldi. Kısaltarak aktarıyorum: Almanya’da yaşayan Maria Şili’ye giderken Buenos Aires’te konaklar. Dilini bilmediği bu ülkede tuhaf bir şey olur: Maria tesadüfen duyduğu bir ninniyi tanır, ama buna bir anlam veremez. Meğer o, aslında hayatının ilk üç yılını Arjantin’de geçirmiştir ve annesiyle babası diktatörlük zamanında kaybolan otuz bin kişi arasındadır. Bunları yıllardır babası olarak tanıdığı Anton anlatır ona ve şimdi Maria’nın amacı, eğer varsa, bu ülkedeki diğer akrabalarını bulmaktır.

Film boyunca İspanyolca, İngilizce, arada azıcık Almanca ve (filmi Türkçe izlediğimiz için) Türkçe arzı endam eder. Aynı küçük Onat’ın odası gibi. Filmi izlerken sürekli bir çeviri etkinliğine tanık oluruz. Maria asıl anne babasıyla ilgili en ufak bir ayrıntıya ulaşmak için ağzı açık dinler konuşanı ve çeviren her kimse onu. Fakat burada şu dikkati çeker: Maria’yı büyüten Anton, Buenos Aires’te tanıştığı polis memuru Alejandro ve yeni keşfettiği akrabaları aynı dili konuşurlar ama bu, anlaşmaları için, bir olmaları için yetmez. Tarihi ve siyasi sebeplerle ayrılmışlardır, çoktan birbirlerinden kopmuşlardır. Tanıdık, değil mi?

Onat Kutlar’ın terimi kullandığı haliyle ‘çeviri yapmak’ sadece edebiyata özgü bir şey değil. Elbette sinema ve diğer tüm sanat dalları için de  geçerli. Buradan çok uzakta, sadece birkaç kelimesini bildiğim bir dili konuşan ve aynı ülkede yaşayıp aynı havayı soluyan insanların, içinde zulüm, gözaltında kaybolma ve işkence olan hikayesi yedinci sanatının sunduğu  ‘çevirmenlik’ hizmeti olmasaydı bana ve dünyaya ulaşmazdı.

Örneğin filmin bir sahnesinde dört kişi mutfak masasında oturmaktadır. Burada yönetmen bu dört kişinin arasındaki dil yabancılığı ve siyasi mesafeden kaynaklanan ‘insanın insana soğukluğunu’ ekranın bu tarafına başarıyla yansıtır. Bize öyle gelir ki o mutfak masasının etrafında sanki bir bitki, bir kaya parçası, bir uzaylı ve bir hayalet vardır.

Yani aslında dil yoksa belki hiçbir şey yoktur.  







Hiç yorum yok:

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...