14 Kasım 2017 Salı

ROMAN VE İHTİŞAM*

                                                                                                                           Hiçbir süs
                                                                  istemez görkem, eksikle fazla arası tastamam 
                                                                                                                                                 Yontu / Enis Batur

Belirli bir kitaba eğilen tanıtım ve inceleme yazılarında okuyucuya o kitapla ilgili net bir fikir vermenin yollarından biri de şüphesiz eserin içeriğinden alıntılar yapmaktır. Böyle durumlarda, yapıttan direkt olarak nakledilen kimi bölümler, çarpıcı pasajlar yazıyı çevreleyen tüm teknik konuları tamamlar niteliktedir. Melville’in başyapıtı Moby Dick’in bu bakımdan hatırı sayılır bir repertuar sunduğunu söylemek de yeni, sıra dışı bir saptama olmayacaktır. Fakat burada yapacağımız ilk alıntıyı bu güçlü romanın kendisinden değil Melville’in Sophia Hawthorne’a yazdığı bir mektuptan seçtik: Aşağıda okuyacağınız satırlar Moby Dick ile ilgili olmakla beraber aslında tüm iyi sanat yapıtlarının -kısmen anlaşılmaz olan- doğasına yapılan bir gönderme olarak da alınabilir. Melville’in cevabi mektubundan anlaşıldığı kadarıyla Hawthorne romanı çok beğenmiştir ve özellikle Fışkıran Hayalet adlı bölümün alegorik yorumlara açık olduğunu yazmıştır. Melville bu yaklaşımı gayet temkinli karşılar ve şöyle der: “...Ancak, kendim o anlamı düşünmemiştim; yazarken kitabın tümünün, aynı zamanda bazı bölümlerinin de alegorik bir yoruma elverişli olduğunu belli belirsiz sezer  gibiydim.”


Melville burada bir sanat eseriyle kurulan ilişkinin doğasına dair önemli şeyler söylemektedir. Yazara göre bu ilişkide asıl belirleyici olan  izleyicinin / okuyucunun algı dünyası, hayata bakışı, karşısına aldığı sanat eserine kendi zihni yoluyla yaptığı katkıdır:

“Doğal olarak o her şeye ruh katan yaradılışınız sayesinde başkalarından daha çok insanla temastasınız, aynı nedenle de gördüğünüz her şeyin özüne varıyorsunuz, dolayısıyla sizin gördüğünüz şey onların gördükleriyle aynı şey değil, alçakgönüllülükle keşfettiğinizi sandığını şeyleri  aslında yaratan sizsiniz

Hawthorne’un mektubunda bahsettiği Fışkıran Hayalet adlı bölüm yazınsal bir şölendir gerçekten de, okyanusta ufuk çizgisinde görünüp size doğru yavaş yavaş yaklaşan görkemli bir gemi gibi romanın tam ortasında yükselir. Gizem, ulaşma, kaybetme gibi temaların izinden giden bu birkaç sayfayı okumak bize edebiyatın ne kadar güçlü bir araç olabileceğini bir kez daha hatırlatır. Savaş ve Barış, Germinal ya da İnce Memed gibi diğer pek çok büyük romanın yaptığı gibi Moby Dick de konu bütünlüğünden bağımsız okunduğunda bile bize edebi haz verecek pek çok pasaj sunar. Bu anlamda Fışkıran Hayalet’e, Denizde Yitik, Okullar ve Öğretmenler, Albatros, Marangoz gibi pek çok bölüm eklemlenebilir.


Romanın iki ayrı düzlemde ilerlediğini söylemek mümkün. Melville -yani anlatıcı Ishmael- asıl hikayenin akışına ara ara müdahale ederek okuyucuya bazı teknik konularla ilgili, mesela balinanın ölçülerine, kafasının ya da alt çenesinin yapısına dair açıklamalar yapıyor. Bu bölümler konuya yakından ilgi duymayan okurlar için romanı ağırlaştırabiliyor. Fakat genel olarak bakıldığından bu açıklamalar okuyucunun aslında ne kadar büyük bir dünyaya girdiğini anlamasına yardımcı oluyor ve onun akan, dalga dalga gelen hikayeye uyumunu da kolaylaştırıyor.

‘Bu güçlü kuyruğu düşündükçe, onu anlatmaya gücümün yetmemesine hayıflanırım.’

Herman Melville anlatmayı, konuşmayı seven bir yazar ve sözü hiçbir yerde geçiştirmiyor. Roman boyunca Ishmael’e sık sık “Bunu nasıl anlatmalı?” gibi sorular sorduran Melville burada sanki “bir yazar için asıl mesele bir şeyi güzelce anlatmaktır” der gibidir. Gerçekten de Melville bu tekinsiz deniz seyahatinde geminin ve içindeki denizcilerin başına gelenleri tatlı tatlı anlatıyor ve yeri gelince güçlü, ince bir mizaha yaslanmayı da ihmal etmiyor.  Melville’in  dilinde deniz, balina, av, zıpkın gibi kelimeler artık ışıldıyorlar ve sırayla okurun zihin dünyasındaki yerlerini alıyorlar. Romana dair yazılarda sıklıkla atıf yapılan o şiirsel dil kitabı sıcak koltuğunda okuyan kişiyi de derhal Pequod’un yolcularından biri yapıyor. Mesela, Peppin’in denize düşüşünün anlatıldığı sahneler ve Pequod’un bu ‘en önemsiz gemicisinin’ okyanusun ortasında terkedilişinin tasviri gerçekten çarpıcı:

…Suların ortasında zavallı Pip, kıvır kıvır başını güneşe çeviriyordu. Olanca yüceliğine ve parıltısına karşın, onun gibi tek başına ve yitik olan güneşe…

Usta bir yüzücü için, hava durgunken açık denizde yüzmek karada yaylı bir arabada yol almak kadar kolaydır. Ama o korkunç ıssızlık insanı ezer. Taş yürekli bir sonsuzluğun ortasında kendi benliğine gömülü kalmak! Hey Tanrım! Nasıl anlatılır bunun ne olduğu? Açık denizde dümdüz sularda yıkanan gemicilere bakın: Gemilerin yanından uzaklaşmazlar, çevresinde yüzerler hep.

Denizde Yitik adlı bu bölümde Pippin’in yaptığı, tabiri caizse, bir çuval inciri berbat etmektir. İkinci düşüşten sonra yardımcı kaptan Stubb ona sertçe çıkışır. Melville, bizce buraya romanın odak düşüncelerinden birini saklamıştır.

“…Sandala yapış Pip! Yoksa vallahi billahi seni bir daha çıkarmam denizden. Aklını başına topla. Senin gibileri yüzünden balina feda edemeyiz. Alabama’da bir balinanın fiyatı seninkinden otuz kat fazladır Unutma bunu ve bir daha atlama sandaldan.” Bu sözlerle Stubb şunu anlatmak istiyordu belki de. İnsan insanı ne denli severse sevsin, insan dediğin para kazanan bir hayvandır; ve para kazanma isteği, iyilik etme isteğinden ağır basar çoğu zaman.    

“Gelelim şu bizim balinaya…”

Romanın yazımı ve basım süresinin uzaması Melville'i birçok açıdan sıkıntıya sokmuştur. Bir süre sonra romanından -biraz da sitayişle- ‘balinam’ diye bahsetmeye başlayacaktır. Moby Dick onun için artık sadece romanın adı değil aynı zamanda hemen yanı başında yaşayan somut bir varlıktır. Kaptan Ahab’ın ve diğer denizcilerin okyanusun ortasında bu deniz ejderiyle boğuşmasına koşut olarak Melville de odasında romanıyla uğraşır durur: “Bir kısmı diziledursun, ‘Balina’mla cebelleşmeye devam edeceğim.”

Yine Hawthorne’a yazdığı bir mektupta şöyle der: “Size tadımlık olarak Balinanın yüzgecinden göndersem mi acaba? Kuyruk tarafı henüz pişmedi de-oysa kitabın tümünü kasıp kavuran cehennem ateşinin onu şimdiye dek pişirmesi gerekirdi.”

Denebilir ki edebiyat tarihinde çok az yazar yazdığı metni bu derece içselleştirmiştir. Bu bakımdan Moby Dick, Melville için sadece bir roman değil aynı zamanda yazarın hayatla hesaplaşmasıdır da. Bu hesaplaşmada yazarın ruh hali, inançları, yaşama bakışı ve onu çevreleyen dış dünya iç içe geçer.

“Güçlü bir kitap yazmak için güçlü bir konu gerek.” 

Moby Dick’i dünya edebiyatının zirvelerine taşıyan şey, tek sözcükle söylemek gerekirse, sahip olduğu görkemdir. Yukarıda adı geçen diğer romanlarda olduğu gibi Moby Dick de insana ait dertler, yalnızlık, kötülüğün kaynağı, doğanın bilinmezliği üzerine eksiksiz, net bir resim çizer ve bizi bu konular üzerine düşündürür. Sade kalmakla birlikte gösterişli olmayı da başaran özel bir dille yapar bunu. Bu tip kitaplarda roman sanatının gücünü hissederiz ve edebiyatın tadını alırız. Moby Dick’te kişi tasvirleri, olayların anlatımı, doğayla ilgili betimlemeler kuvvetli ama okuyucuyu boğmayan, pürüzsüz bir dille yapılmıştır. Özetle, Herman Melville balinanın devasa boyutlarına, okyanusların uçsuz bucaklığına, yıllara yayılan deniz yolculuğunun tekinsizliğe koşut olarak romanını ihtişamlı kılmayı bilmiştir.

*Arka Kapak dergisinin 24. sayısında yayımlanmıştır (Eylül / 2017)













































































































































































































3 Ekim 2017 Salı

NEREDEYSE KAPTAN

Uğur Meleke’nin Milli Takım kaptanlığı için Cenk Tosun’u önerdiği yazısını yine bir hafta sonu sabah kahvaltısı sırasında bizimkilere okudum. Yazı, Beşiktaş’ın golcüsünün kariyer çizgisine ve gelişimine odaklanıyordu ve, tahmin edilebileceği gibi, asla sadece futbolla ilgili değildi!


Kabul etmek gerekir ki bugün popüler dünyada çocuklarımıza, gençlerimize model olarak gösterebileceğimiz çok fazla figür yok. Ekranlar bunun tam aksi örneklerle dolu. Uğur Meleke işte bunu yapıyor Cenk için, onu gençlere ve belki de tüm profesyonellere örnek  gösteriyor.

“… Ne kadar oynarsan o kadar yüreğini bırakıyorsun sahaya. Bir önceki maçta iki gol atıp, sonraki hafta kulübede oturuyorsun ama küsmek yok, ısınmaya çıkmamak yok, imalı demeçler yok. Sadece işine odaklanan bir genç adam.”

Aras aslında bir Querasma’cı; onun çalımlarını, topun başındaki duruşunu ve gol sevincini olduğu kadar öfkesini de taklit ediyor. Birçok taraftar  -özellikle bu yaş grubu- için Portekizli yıldız bir idol, bunu kabul diyorum. Ama ben Ricardo Querasma’yı takımda en sevdiğim futbolcular arasında sayamıyorum. Portekizlinin bencilliği, bazen oyundan alınırken yaptığı hareketler, gereksiz agresifliği (oyun içinde saklayamadığı kindar bir sertlik duygusu var) doğrusu takım için büyük sıkıntılar yaratıyor. Bu dünya yıldızının son vuruşlarının (genelde) bir felaket oluşu affedilebilir ama bu saydığım özellikleri çok rahatsız edici. Sanırım Beşiktaşlı taraftarlar ve teknik kadro (ve dahi kimi zaman maçın hakemi bile!) ona “Yıldızdır, ne yapsa yeridir” anlayışıyla bakıyor.  

Cenk’i ben de futbola yeniden döndüğüm zamandan beri dikkatle takip ediyorum, Gomez’li sezonda çıkardığı iş gerçekten hayranlık uyandırıcıydı, sadece o sezon yaptıkları bile onun değerli bir futbolcu olduğunu gösterdi (efsane ya da büyük olmaya daha var). Uğur Meleke, Cenk’in yabancı sayısından şikayet etmektense takıma gelenlerle rekabet ettiğini ve kendini sürekli geliştirdiğini söylüyor. Porto maçından sonra verdiği röportajda “Kendimi sürekli analiz ediyorum,” diyordu Cenk Tosun. Yine kabul etmek gerekir ki bu öyle herkeste görülen bir meziyet değil. Bence de Aras’ın ve diğer gençlerin bu örnekten alacağı çok sayıda ders olmalı.


Kaptanlık için Cenk’i önerirkenDelikanlılık, adamlık gibi içi boş laflar edenlerin yerine, “Yazın Amerika’da özel hocayla çalıştım” diyenler yapsın bu işi” diyor Meleke. Yazıda sevdiğim bir bölüm de burası oldu!

12 Eylül 2017 Salı

"KONSER BENİM İÇİN İBADET GİBİ BİR ŞEYDİR"

Mazhar Alanson’un Oylum Talu’ya konuk olduğu programı birkaç kez izledim, parça parça da olsa. Üstat biraz yaşlanmış, konuşması da yavaşlamış, arada duraksıyor ama Talu’nun sorularını gayet makul bir şekilde yanıtlıyor, sırasında esprili cevaplar vermeyi de ihmal etmiyor. Bir ara, manevi dünyası da çok yüksek, mealinde bir yorum geldi sunucudan, Alanson bunu “Yok, çok yüksek sayılmaz” diye karşıladı, “Öyle şehrin içinden değil, civar köylerden!”


Bu akıcı söyleşide sanat ve sanatçının üretim süreciyle ilgili konuşurken bir ara şöyle dedi ünlü müzisyen: Ben satır satır topluyorum. Mesela “Yandım yandım” dizesi Umre’deyken gelmiş aklına, ilk gün; ikinci gün, izleyen satır yetişmiş: “Ah ki ne yandım.” (Bunları böyle yazıyorum, kendisi televizyonda anlattığı için, yoksa herkesin ibadeti ya da ibadet etmeyişi kendine, bunu biliyorum.) Sonra, çok sonra, alakasız bir zamanda, “Bana yeniden şarkılar söyleten kadın” dizesi gelmiş. Böyle böyle tamamlanmış şarkının sözleri. Diyor ki: Ondan sonra gitarımı elime alıp bu sözlere bir beste yapmak benim işim zaten. 

Sonra düşündüm: Acaba diğerleri nasıl yapıyordu? Yani, öteki sanatçılar, şairler, söz yazarları, besteciler hatta yönetmenler, ressamlar, heykeltıraşlar… Onlar nasıl “topluyordu”?

Öyle ya, Alanson'unkini tamamen özgün bir metot olarak göremeyiz. Bir şiiri, masasına oturduğu anda ve bir batında kotaran sanatçıların sayısı çok olmasa gerek. Bunu güncelerden, anı kitaplarından biliyoruz. Bazen bir şiirin yazımı çok uzun zaman alıyor, şair doğru dize için yıllarca bekleyebiliyor. Diğer türler için de aynı şeyi söylemek mümkün tabii. Öykü özelinde konuşmam gerekirse: Bir hikayenin yazımını tetikleyen fikirle onu işlerken kullandığınız bir detay arasına yirmi-otuz yıl girebiliyor. Yolda yürürken duyduğunuz bir cümle birkaç hafta sonra bir arkadaşınızla sohbetiniz sırasında gelen başka bir cümleyi önceleyebiliyor, sonra onunla kesişebiliyor. Sanırım edebiyatçılar, o büyük eserlerin yazarları, onlar da eserlerini böyle satır satır, parça parça topluyorlar, sonra her şeyi birleştiriyorlar.

Ne denir,  iyi ki topluyorlar…

2 Ağustos 2017 Çarşamba

BELİRGİN YALNIZLIK- Babadağ'da Zaman

Türkan Teyze ikinci demliği koyarken ben biraz çarşıyı dolaşacağımı söyleyerek ayrılıyorum. Neyse, gelince içersin, diyorlar. Benim kafamdaysa gidip bir kahvehane çayı içmek var. Bir gün önce Yaşar Dayı ile pazarda dolaşırken gözüme kestirmiştim, meydanda bir iki kahve vardı, yöre halkı, civar köylerden pazara gelmiş insanlar, ağaçların altındaki sandalyelerde oturmuş, dinleniyorlardı.  “Burada ne yapıyorlar insanlar?” diye sormuştum Yaşar Dayıya “Hep tekstil mi?” “İşte, dokuma tezgahlarımız var…” demişti o da, sonra da biraz keyifsiz, eklemişti, “Zaten genç de kalmadı ya artık. Hep ihtiyarlar…”


Babadağ bu anlamda Anadolu’daki pek çok yerle aynı kaderi paylaşıyor. İlçeyi dolaşırken bir terk edilmişlik ve boşluk duygusu sizi sarıyor. Dükkanlar hep açık ama içlerinde kimse yok, dükkan sahipleri bile orada değiller! Bir demirci işliği görüyorum, içerden tek bir tıkırtı gelmiyor, bir berber dükkanını önünden geçiyorum, siyah bir deri koltuk var, duvarlar da boydan boya kapkara. Köşeye uzun, bezden bir perde asılmış. Bir mağaranın girişine benzettiğim bu karanlık dükkan sanki ilçedeki hakim olan belirgin yalnızlığın cisimleşmiş hali. Doğrusu burada, büyük şehirlerde birkaç saat içinde yüzbinleri meydanlarda toplayan siyasi partilerin tabelaları bile mahzun!

Babadağ aslında tarihi bir ilçe. Taş sokakları, daracık yokuşları, ahşap evleri ile kendine özgü bir mimarisi olan, eski dönmelere ait bir mekan. Bu sebeple onu sıklıkla gezi dergilerinin kapaklarında görebiliyoruz. Yer yer Cumalıkızık veya Taraklı’yı andıran bir havası var ama onlar kadar tanınmıyor. Sanırım bir TV dizisinden teklif alana kadar da böyle sürecek bu.

Ben dinlenmek için olmasa da biraz kendimi dinlemek için oturuyorum kahvenin önüne ve  bir çay söylüyorum. Sonra yanımdaki yaşlı adamla biraz laflıyoruz. Bana Babadağ’ın suyunu övüyor, Denizli’deki çaydanlıklara bakarsam bir dolu kireç görecekmişim, ama burada böyle bir şey söz konusu bile değilmiş: Babadağ’ın havasını ve suyunu başka yerde bulamazsın! O sırada uzun boylu, zayıf bir adam yaklaşıyor bize doğru, yanımda oturan kişiye sesleniyor, sanki biraz da konuşma güçlüğü çekiyor:
 “Zam var mı, zam?”
 “Var, var…” diye yanıtlıyor onu beriki, “60- 65 lira kadar bir artış var. Allah bereket versin!”
“İyi, iyi…” diyor öteki de.

Uzun boylu adam şimdi yanımızda ama hala oturmuyor sandalyeye “Kağıt verdi mi, fiş fiş?” diye soruyor bu kez, az ötedeki ATM’yi göstererek. Yanımdaki adam da buruşmuş bir kağıt çıkarıyor cebinden, sonra birlikte fişe bakıyorlar, konuşuyorlar.


Eve dönerken bir üst sokağı seçiyorum. O yol beni bir gün önce geldiğimiz yere, ilçenin girişine kadar götürüyor. Gelirken de görmüştük, burada bir huzurevi var, galiba yeni yapılmış ve hizmete de girmiş değil henüz. Huzurevinin, ilçe mezarlığının tam karşısına yapılmış olması sanırım buradan geçen herkesin dikkatini çekiyordur!


Bir önceki yazımda Selimiye’de kaldığımız bir iki gün içinde zamanı unuttuğumdan bahsetmiştim. Babadağ da durum aynı, burada da zaman sanki donmuş bir halde, insan vakit bilincini kaybedebiliyor. Ama zamanın turistik bir sahil köyünde durmasıyla Babadağ’da durması arasında doğrusu dağlar kadar fark var, bunu da görmek gerekiyor.


                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...