Türkan
Teyze ikinci demliği koyarken ben biraz çarşıyı dolaşacağımı söyleyerek
ayrılıyorum. Neyse, gelince içersin, diyorlar. Benim kafamdaysa gidip bir
kahvehane çayı içmek var. Bir gün önce Yaşar Dayı ile pazarda dolaşırken gözüme
kestirmiştim, meydanda bir iki kahve vardı, yöre halkı, civar köylerden pazara
gelmiş insanlar, ağaçların altındaki sandalyelerde oturmuş, dinleniyorlardı. “Burada ne yapıyorlar
insanlar?” diye sormuştum Yaşar Dayıya “Hep tekstil mi?” “İşte, dokuma tezgahlarımız var…” demişti
o da, sonra da biraz keyifsiz, eklemişti, “Zaten genç de kalmadı ya artık. Hep
ihtiyarlar…”
Babadağ
bu anlamda Anadolu’daki pek çok yerle aynı kaderi paylaşıyor. İlçeyi dolaşırken
bir terk edilmişlik ve boşluk duygusu sizi sarıyor. Dükkanlar hep açık ama içlerinde
kimse yok, dükkan sahipleri bile orada değiller! Bir demirci işliği görüyorum,
içerden tek bir tıkırtı gelmiyor, bir berber dükkanını önünden geçiyorum, siyah
bir deri koltuk var, duvarlar da boydan boya kapkara. Köşeye uzun, bezden bir
perde asılmış. Bir mağaranın girişine benzettiğim bu karanlık dükkan sanki
ilçedeki hakim olan belirgin yalnızlığın cisimleşmiş hali. Doğrusu burada, büyük
şehirlerde birkaç saat içinde yüzbinleri meydanlarda toplayan siyasi partilerin
tabelaları bile mahzun!
Babadağ
aslında tarihi bir ilçe. Taş sokakları, daracık yokuşları, ahşap evleri ile
kendine özgü bir mimarisi olan, eski dönmelere ait bir mekan. Bu sebeple onu
sıklıkla gezi dergilerinin kapaklarında
görebiliyoruz. Yer yer Cumalıkızık veya Taraklı’yı andıran bir havası var ama
onlar kadar tanınmıyor. Sanırım bir TV dizisinden teklif alana kadar da böyle
sürecek bu.
Ben
dinlenmek için olmasa da biraz kendimi dinlemek için oturuyorum kahvenin önüne
ve bir çay söylüyorum. Sonra yanımdaki yaşlı
adamla biraz laflıyoruz. Bana Babadağ’ın suyunu övüyor, Denizli’deki
çaydanlıklara bakarsam bir dolu kireç görecekmişim, ama burada böyle bir şey
söz konusu bile değilmiş: Babadağ’ın havasını ve suyunu başka yerde bulamazsın!
O sırada uzun boylu, zayıf bir adam yaklaşıyor bize doğru, yanımda oturan
kişiye sesleniyor, sanki biraz da konuşma güçlüğü çekiyor:
“Zam var mı, zam?”
“Var, var…” diye yanıtlıyor onu beriki, “60-
65 lira kadar bir artış var. Allah bereket versin!”
“İyi,
iyi…” diyor öteki de.
Uzun
boylu adam şimdi yanımızda ama hala oturmuyor sandalyeye “Kağıt verdi mi, fiş
fiş?” diye soruyor bu kez, az ötedeki ATM’yi göstererek. Yanımdaki adam da buruşmuş
bir kağıt çıkarıyor cebinden, sonra birlikte fişe bakıyorlar, konuşuyorlar.
Eve dönerken
bir üst sokağı seçiyorum. O yol beni bir gün önce geldiğimiz yere, ilçenin
girişine kadar götürüyor. Gelirken de görmüştük, burada bir huzurevi var,
galiba yeni yapılmış ve hizmete de girmiş değil henüz. Huzurevinin, ilçe
mezarlığının tam karşısına yapılmış olması sanırım buradan geçen herkesin
dikkatini çekiyordur!
Bir
önceki yazımda Selimiye’de kaldığımız bir iki gün içinde zamanı unuttuğumdan
bahsetmiştim. Babadağ da durum aynı, burada da zaman sanki donmuş bir halde,
insan vakit bilincini kaybedebiliyor. Ama zamanın turistik bir sahil köyünde durmasıyla
Babadağ’da durması arasında doğrusu dağlar kadar fark var, bunu da görmek
gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder