2 Ağustos 2017 Çarşamba

BELİRGİN YALNIZLIK- Babadağ'da Zaman

Türkan Teyze ikinci demliği koyarken ben biraz çarşıyı dolaşacağımı söyleyerek ayrılıyorum. Neyse, gelince içersin, diyorlar. Benim kafamdaysa gidip bir kahvehane çayı içmek var. Bir gün önce Yaşar Dayı ile pazarda dolaşırken gözüme kestirmiştim, meydanda bir iki kahve vardı, yöre halkı, civar köylerden pazara gelmiş insanlar, ağaçların altındaki sandalyelerde oturmuş, dinleniyorlardı.  “Burada ne yapıyorlar insanlar?” diye sormuştum Yaşar Dayıya “Hep tekstil mi?” “İşte, dokuma tezgahlarımız var…” demişti o da, sonra da biraz keyifsiz, eklemişti, “Zaten genç de kalmadı ya artık. Hep ihtiyarlar…”


Babadağ bu anlamda Anadolu’daki pek çok yerle aynı kaderi paylaşıyor. İlçeyi dolaşırken bir terk edilmişlik ve boşluk duygusu sizi sarıyor. Dükkanlar hep açık ama içlerinde kimse yok, dükkan sahipleri bile orada değiller! Bir demirci işliği görüyorum, içerden tek bir tıkırtı gelmiyor, bir berber dükkanını önünden geçiyorum, siyah bir deri koltuk var, duvarlar da boydan boya kapkara. Köşeye uzun, bezden bir perde asılmış. Bir mağaranın girişine benzettiğim bu karanlık dükkan sanki ilçedeki hakim olan belirgin yalnızlığın cisimleşmiş hali. Doğrusu burada, büyük şehirlerde birkaç saat içinde yüzbinleri meydanlarda toplayan siyasi partilerin tabelaları bile mahzun!

Babadağ aslında tarihi bir ilçe. Taş sokakları, daracık yokuşları, ahşap evleri ile kendine özgü bir mimarisi olan, eski dönmelere ait bir mekan. Bu sebeple onu sıklıkla gezi dergilerinin kapaklarında görebiliyoruz. Yer yer Cumalıkızık veya Taraklı’yı andıran bir havası var ama onlar kadar tanınmıyor. Sanırım bir TV dizisinden teklif alana kadar da böyle sürecek bu.

Ben dinlenmek için olmasa da biraz kendimi dinlemek için oturuyorum kahvenin önüne ve  bir çay söylüyorum. Sonra yanımdaki yaşlı adamla biraz laflıyoruz. Bana Babadağ’ın suyunu övüyor, Denizli’deki çaydanlıklara bakarsam bir dolu kireç görecekmişim, ama burada böyle bir şey söz konusu bile değilmiş: Babadağ’ın havasını ve suyunu başka yerde bulamazsın! O sırada uzun boylu, zayıf bir adam yaklaşıyor bize doğru, yanımda oturan kişiye sesleniyor, sanki biraz da konuşma güçlüğü çekiyor:
 “Zam var mı, zam?”
 “Var, var…” diye yanıtlıyor onu beriki, “60- 65 lira kadar bir artış var. Allah bereket versin!”
“İyi, iyi…” diyor öteki de.

Uzun boylu adam şimdi yanımızda ama hala oturmuyor sandalyeye “Kağıt verdi mi, fiş fiş?” diye soruyor bu kez, az ötedeki ATM’yi göstererek. Yanımdaki adam da buruşmuş bir kağıt çıkarıyor cebinden, sonra birlikte fişe bakıyorlar, konuşuyorlar.


Eve dönerken bir üst sokağı seçiyorum. O yol beni bir gün önce geldiğimiz yere, ilçenin girişine kadar götürüyor. Gelirken de görmüştük, burada bir huzurevi var, galiba yeni yapılmış ve hizmete de girmiş değil henüz. Huzurevinin, ilçe mezarlığının tam karşısına yapılmış olması sanırım buradan geçen herkesin dikkatini çekiyordur!


Bir önceki yazımda Selimiye’de kaldığımız bir iki gün içinde zamanı unuttuğumdan bahsetmiştim. Babadağ da durum aynı, burada da zaman sanki donmuş bir halde, insan vakit bilincini kaybedebiliyor. Ama zamanın turistik bir sahil köyünde durmasıyla Babadağ’da durması arasında doğrusu dağlar kadar fark var, bunu da görmek gerekiyor.


Hiç yorum yok:

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...