Hıncal
Uluç üst üste dört gün yazdı filmi, biz de tek yazıyla kesecek değiliz, sonuçta
üç saati aşan ve ‘sözelde iyi’ bir filmden bahsediyoruz. Geçen günler içinde
yönetmenin verdiği röportajlar ve izleyenlerden gelen yorumlar filmin özündeki
edebiyat mayasını da iyice belirginleştirdi. Çehov zaten jenerikte yazıyordu;
pek çok yorumcu filmi analiz ederken önemli yazarlara (Dostoyevski, Mansfield,
Sabahattin Ali, ve hatta Yakup Kadri) atıflar yaptılar.
Önceki
yazımızda film üzerinden bir aydın-burjuvazi-feodalite okumasına falan gir(e)memiştik,
bu yazıda da bunu yap(a)mayacağız. Bence
bu tip yazılar, ne kadar gerekli oldukları bir yana, filmin izleyiciye belirli bir ‘estetik
mutluluk’ verdiği gerçeğini ikinci plana
atıyorlar ki bu, sanatçının isteyeceği en son şey olmalı. Zaten yönetmen Nuri
Bilge Ceylan da geçenlerde okuduğum bir röportajında* baş karakterin adının ‘Aydın’
olmasının beraberinde bazı sorunlar getirdiğini söylüyordu:
Aydın karakterine bir ‘aydın’ olarak da
bakmak istemiyorum aslında. İsmini Aydın koyduğuma da pişman oldum biraz. O
zaman ‘o karakter üzerinden aydın meselesine bakıyoruz’a indirgeniyor film.
Öyle değil. O bir karakter; hepimiz gibi iyi ve kötü tarafları olan bir insan.
Sonuçta aydınlar da bir kalıptan çıkmış, birbirine benzeyen homojen yaratıklar
değiller. Birisine bir özelliği yüzünden sinir olursun, bir başka özelliği
yüzünden de hayranlık duyarsın.
Hassas Bölge
Yalnız
benim dikkatimi Aydın ve Necla arasındaki o ‘aksiyon dolu’ sahnede geçen bir diyalog
özellikle çekti, filmde dikkatimi özellikle çeken pek çok şeyin arasında.
Şöyle:
Aydın
ideal bir din adamının nasıl olması gerektiğini anlattığı yazısının son halini gazeteye
göndermeden önce kardeşi Necla’ya okur. Böyle bir yazı yazmaya onu kiracısı Hamdi Hocanın (the local imam!)
davranışları ve çamurlu ayakkabıları sevk etmiştir. Aydın, burada din
adamlarına kendince bir takım öğütler verir ve yazı şöyle biter:
“Neticede, İslamiyet bir medeniyet, bir
yüksek kültür dinidir.”
Sonra
Aydın, yazıyı nasıl bulduğunu sorar kardeşine. Necla bir sorun olmadığını,
yazının din karşıtı bir şey içermediğini söyleyerek onu rahatlatır (şimdilik!)
“E,
İslamiyet bir yüksek kültür dinidir, falan da diyoruz,” diye devam eder Aydın, (biraz
daha rahatlama!)
“Tamam
canım sorun yok işte!”
“Hani
konu biraz hassas ya, o bakımdan,” der Aydın, gözlüklerinin üstünden bakarken ve
ekler: “Gerçi ben takmam böyle şeyleri
ama!”
Bu
son cümle üzerine Necla durur, Aydın’a şöyle bir bakar; bu, ‘sen onu benim
külahıma anlat’ bakışıdır ve bize iki
kardeş arasındaki ilişkinin boyutlarıyla ilgili önemli fikirler verir. Aydın tedirgindir çünkü bu netameli mevzu için
aslında ne gerekli donanıma sahiptir ne de konunun gerektirdiği cesarete. Bu
yüzden bir onaylanma ihtiyacı içindedir.
Bu
sahne bize aynı zamanda tekil örnekler üzerinden genellemeye gitmenin aslında
yanlış olduğunu da hissettirtir sanki. Yukarıdaki alıntıda Ceylan da aşağı
yukarı aynı şeyi söylemiyor mu? Birine belli bir konuda kızıp ‘bunlar hep böyle
zaten’ diyerek kesip atmak herkesi aynı torbaya koymak demektir ve bu, öyle
böyle değil, ülkemizde çok yaygındır, çok yaygın bir yanlıştır.
Gurur ve Yargı
Burada
sorun bence Hamdi Hocanın çamurlu ayakkabıları falan değil düpedüz sınıfsaldır,
aşağıdakiler ve yukarıdakiler yani. Neden her zaman gereğinden fazla parası
olanlarla yeteri kadar parası olmayanlar arasındaki ilişki bir iktidar ilişkisi
olmak zorundadır? Hakan Aksal’ın T24 sitesindeki yazısında ‘anlatırsam onu anlatırım’
demeye getirdiği kadın terliği sahnesi mesela! İşin içinde mahkeme, avukatlar
ve daha uzun süre ödenmesi pek mümkün görünmeyen bir kira borcu vardır. Hamdi
Hocanın bütün ezikliği içinde kurabiyeyi ve çay bardağını tutuşunu hatırlayın!
Bahsettiğim
röportajda Ceylan bize gururunu ön plana alıp tüm gemileri yakan(!) gözü pek
İsmail ile onurunu tamamen geri planda tutarak ailesinin devamlılığı için
çalışan Hamdi arasında seçim yapmamız gerekse, hangisine daha çok saygı
duyacağımızı soruyor. İşte burada yönetmenimiz kamerasıyla edebiyatın içine
daha bir sokuluyor ve bu sözler bence ilerde Ceylan’ın gelecekte yapacağı
filmlerle ilgili de bize bir fikir veriyor:
(İsmail
ve Hamdi’yi karşılaştırırken) Gerçek fedakârlık hangisi? Gerçekten değerli olan
hangisi? Hayat her ayrıntısıyla insanı şaşırtıyor, peşin hüküm vermek kolay
değil. Peşin hüküm verebileceğimiz durumların içinde insanı şaşırtacak
ayrıntılar olabileceği kuşkusunu sürekli taşımamız gerektiğini düşünüyorum.
Hayat beni devamlı böyle durumlarla karşı karşıya bırakıyor.
Kış Uykusu ile ilgili yazacaklarım bu kadar (şimdilik!). Ama bir sahne daha anlatacak
olsam herhalde Tamer Levent’in çocukluk günlerine döndüğü, karısını ve kızını
andığı ve “Hani nerde...Hani nerde?”
deyip durduğu o demlenme sahnesini anlatırdım!
1 yorum:
selamlar.. çok sevdim yazılarınızı. takip et butonu eklememişsiniz. belki bilinçli bir tercihtir. eğer aksi ise, eklemeniz harika olur.
ellerinize sağlık..
Yorum Gönder