AVM’de: Bir teknoloji mağazasının ışıltılı vitrininin
önünde çömelmiş kocaman ama kağıt inceliğindeki ekranda oynayan çizgi filmi
izliyorum. Bu çizgi filmde kendini bilmez bazı ejderhalar yeryüzünde masum masum yaşayıp giden mantar tipli bir topluluğa saldırıyorlar, onlara uçan tekme
falan atmaya kalkışıyorlar. Heyecan dorukta yani. Doğrusu, kırk yaşına yaklaşan
bir adamın böyle vitrinin karşısına çöküp uçan ejderhaları izlemesi garip bir
durum … olurdu, eğer iki üç metre ötede yürümeyi daha bir kaç gün önce öğrenmiş
bir oğlan çocuğu bir aşağı bir yukarı yürüyüp durmasaydı. Yıllar önce Aras’ın
hız kavramını kendi deneyimiyle ucundan keşfettiği bir AVM günü bu. Çocuk
sahibi olmak insana tersten bir özgürlük de sağlıyor. Orada durup çizgi filme
dalmış olmamı kimse yadırgamıyor.
Ormanpark’ta: Buraya nedense hep sonbaharın yeni başladığı ya da henüz
bitmediği soğuk, gri günlerde geliyoruz. Biraz salıncak ve kumda oynama
faslından sonra asıl törene geçiliyor: Aras’la oturup tavla atıyoruz. Bizim
burada oynadığımız tavla, gelen zardaki sayıya göre kendi taşlarını toplamaktan
ibaret. Arada bir şeyler de içiyoruz. Aras’ın buradaki tercihi mutlaka oralet
oluyor. Böyle ritüelleri var oğlumun. Ormanpark’ta oralet, Trafikpark’ta
kakaolu süt içiyor (ben her yerde çay içiyorum). Bir gün azıcık güneş de varken
Ormanpark’tan eve kadar yürüyoruz.
Sanayide: Arabamı yatıya bırakmışım. Dolmuşla gidiyoruz.
‘Sıkı tutun!’ diyorum dolmuşta, 'aniden fren yaparsa düşmeyesin.' İnene kadar
‘Aniden… Aniden’ deyip duruyor. Bu sözcüğü ilk kez duyuyor olmalı. Ender
Usta’nın dükkânında bambaşka bir dünya buluyor. Havada duran arabalar, bir
ayağını kaldırmış kamyonetler, elleri kara yüzleri kara işçi çocuklar…
Arabamızı alıp dönüyoruz. Dönüşte etrafı incelemeye daha çok fırsat buluyor:
Baba, neden her yere bayrak asmışlar? diye soruyor. ‘Dün bayramdı ya, ondan. 30
Ağustos’tu’, diye yanıtlıyorum onu. ‘İşte daha kaldırmamışlar bayrakları da’.
Aras’ın kafası karışıyor. ‘Bayram mı? Nasıl Bayram? Kimse bana harçlık
vermedi!'
Gene (mi) AVM’de: Tabletlere bakıyoruz. Onu kucağıma alıyorum, helezon
aynalardan kendi görüntümüze bakıp gülüyoruz. Aras o günlerde ısrarla bir
tablet bilgisayar istiyor. Ben ‘diren’iyorum tabii, ve genelde yaptığım gibi,
fiyatlara bakıp bakıp geri çekiliyorum. Çıkarken aklıma bir şey geliyor:
Buranın internet bağlantısı vardır mutlaka. Geri dönüp ‘Elmanın İçi’ne
giriyorum. Sonra onun fotoğrafının da olduğu yazılardan birini buluyorum. Onu
kucağıma alıyorum ve o an Aras kendi resmini bilgisayarda görüyor. Vay be! Bir
mağazanın içinde ve de başka bir bilgisayarda ha! ‘Nasıl yaptın? diyor bana
hayretle. Diyorum ki ‘Ben büyücüyüm, yaparım böyle şeyler…’
Turda: Rehberimiz elinde kendisini güneşten koruyan
şemsiyesiyle ilerliyor, biz de bizi azat edeceği dakikaya kadar onun peşinden
koşturuyoruz. Aras grubun en küçük üyesi ve tüm gücüyle bize ayak uydurmaya
çalışıyor. Çok yorulduğunda veya azıcık arkada kalır gibi olduğumuzda onu
kucaklıyorum. İki ayağını sırtımda birleştirdiği ve ağırlığını omzuma verdiği
zaman taşıması daha kolay oluyor. Bir süre böylece yürüyoruz. Sesi kulağımın
arkasında ‘Bu şekilde ikimizin de istediği oluyor’ diyor bana. 'Nasıl yani?'
diyecek oluyorum, merakla. Cevap veriyor: ‘İşte ben yürümüyorum, böyle
dinleniyorum; sen de bana sarılmış oluyorsun.’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder