18 Aralık 2011 Pazar

ANADOLU'DA TÜM ZAMANLAR BİR


10-11 yaşlarında bir erkek çocuğu yolda kendi başına, veya ne bileyim annesiyle yürürken ileride top oynayan başka çocuklar görürse hemen şöyle düşünür: 'Birisi ters bir vuruş yapacak, o top mutlaka bana gelecek.' Gerçekten de top oynayacak özel bir yerleri olmadığı için gelip geçen arabaların izin verdiği ölçüde sokaklarda, evlerinin önünde futbol oynayan çocukların topu hep bir yere 'kaçar'. Top bazen bir arabanın tamponuna çarpıp geri döner, bazen de yaşlı bir amcanın ayaklarına yuvarlanır, o da onu bastonuyla itiverir. Ve işte, genelde, tam o sırada oradan geçmekte olan bir başka çocuğun önüne düşüverir 'plastik yuvarlak.' O çocuk da kendince estetik bir duruş sergileyerek güçlü bir vuruşla topu 'sahaya' geri gönderir.

      Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi  Bir Zamanlar Anadolu'da 'nın öyküsünün geçtiği yerlerde çocukların böyle bir sorunları yok. Ama yukarıda anlattığıma benzer bir sahne var. Okul bahçesinde oynayan çocukların dışarı kaçan topunu geri göndermek, filmin sadece bir kaç sahnesinde gördüğümüz, ama bir kaç açıdan  mağdur olan çocuk karakterine düşüyor. Ve bu isimsiz çocuk, evrensel bir kurala uyarcasına, topa şöyle bir abanıp onu sahiplerine yolluyor ve annesinin peşi sıra koşuyor. Bir taşra filmi bu. Sadece bu tip yönetmelerin bu tip filmlerini izlemekten hoşlananların sevebileceği bir film. Bir kategoriye koyamıyorum, ama çok gerçekçi diyaloglara (Kader, Çoğunluk) ve  nefes kesici  fotoğraflarla bezeli görüntülere sahip olan (İklimler, Sonbahar ve Uzak, ama ille de Uzak) filmlerden söz ediyorum. Bir Zamanlar Anadolu'da da Nuri Bilge Ceylan daha fazla diyalog kullanmış ve zaman zaman belli bir tonda mizah da var. Film insanın üstünde garip bir etki bırakıyor. İnsan yüzüne ve bakışlarına yapılan yakın çekimler, rüzgarda sallanan ağaçlar ve yukarı kaldırılan pardösü yakaları, karanlığın içinden yüzer gibi geçen araba farları ve mesleklerini büyük bir doğallıkla yaparken aslında hiç yaşamayan insan tekleri. Sinemadan çıktığımda yüzümü yıkarken, kapalı otoparktan ayrılıp şehrin giderek azalmakta olan aydınlığına karışırken ve sınıfta camdan dışarı baktığım zaman ağaçların rüzgarda kıvrandığını gördüğümde filmden sahneler geliyor gözümün önüne. Bu da, pek çok başka şeyin arasında, bir yönetmenin başarısı olarak görülebilir.

     Filmde kadın yokmuş! Yok tabii, siz ne zannetmiştiniz? Taşrada kadın hep içerdedir. Hele köylerde, bir ömür boyu evinden ayrılmayan, bakılması gereken hayvanları ve işlenmesi gereken ürünleri olduğu için, çoktan büyük şehirlerde modern bir hayat kurmuş olan oğullarının ve kızlarının yanına henüz bir kez bile gitmemiş yüzbinlerce kadın var. Küçük ilçelerde genç bir kızın çarşının bir ucundaki görüntüsü öbür uca heyecan getirir.  Taşrada delikanlıların Kasabanın En Güzel Kızı'nı görmek için -okul zamanı falan değilse eğer- günlerce çaresizlik içinde bekledikleri olur. Filmde savcı, polis, doktor, şoförler ve zanlıların muhtarın evinde hep birlikte yemek yediği sahne birden fazla seyredilmeyi hak ediyor. Elektrikler kesildiğinde (kesilir tabii, siz ne zannetmiştiniz?), muhtarın kızı bir kaç yerde elinde gaz lambasıyla görünüyor ve onun güzel duru yüzü  bu yorgun adamların ruhunu, o lambanın odayı aydınlattığından bin kat daha fazla aydınlatıyor. O gece ve ertesi gün kendi aralarında “Lan güzel kızmış ha!” diye atıp tutuyorlar, bu şekilde hayata tutunmak istiyorlar. 

     Muhtarı oynayan Ercan Kesal çok başarılı. Onu, Üç Maymun'daki kusursuz oyunundan  ve konuşurken yüzünde biriken terlerden hatırlıyorum , ama buradaki muhtarın o olduğuna ancak internette birkaç fotoğrafını görünce ikna oluyorum. Muhtarın, aslında onu hiç dinlemeyen savcı beyi (savcım, ha savcım!) bir ihale için sıkıştırması ve yemeğin ortasında elektrikler kesildiğinde “Gelir, gelir elektrik de gelir su da gelir, hadi yiyelim” diyerek 'durumu kurtarmaya' çalışması çok hoştu.


     Anadolu'da bazı yerler hiç değişmiyor. Çocukluğumu geçirdiğim köy otuz yıldır aynı mesela- böyle yerlerde tüm zamanlar bir. Ve ilerlemenin,  kalkınmanın olmaması bir yana , daha kötüsü var: Artık böyle yerlerde, çocuklar 'başkalarının topunu' beklemek istemedikleri için bu köyleri, yaşları neredeyse o köyün yaşına yakın ihtiyarlara bırakıp gidiyorlar. Bu da bence, Anadolu söz konusu olduğunda, sayısı pek çok olan 'büyük çaresizliklerimizden' biri... Ve dünyada bazı insanlık halleri de hiç değişmiyor. Bir Zamanlar  Anadolu'da  için şunu söylemek filmde zaten örtülü bir biçimde verilen insan hikayelerini açığa çıkarmak anlamına gelmez sanırım: Belki de Nuri Bilge Ceylan'ın bu filminde kurak, eksik ve yaralı olan bir yer değil, insanın kendisidir. Belki  burada anlatılan öykü, o  uçsuz bucaksız toprakları, ağaçsız tepeleri, birbirinin aynı çeşmeleri ve uzayıp giden  yollarıyla bir coğrafyanın değil,  bizzat insanoğlunun öyküsüdür.

Hiç yorum yok:

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...