Bütün büyük
romanlarda olduğu gibi Savaş Ve Barış’ta
da genel konu bütünlüğünden bağımsız, öyle tek başına açıp okuyabileceğiniz birçok
bölüm vardır. Genel konu bütünlüğü içinde okunduğunda şüphesiz daha anlamlı
olan bu tip bölümlerden biri (Savaş ve Barış’ta) Prens Andrey’in Nataşa’yı ilk
gördüğü günün anlatıldığı kısımdır.
Lev Tolstoy bu
görkemli romanın mimarisini birkaç adım barış, birkaç adım savaş şeklinde
kurmuştur. Tarih boyunca insan hayatında yakıcı derecede belirleyici rol
oynamış bu iki olgu, yani savaş ve barış, romanın içinde gece ve gündüz gibi
birbirini takip eder. Yaklaşık iki bin sayfa süren bu destansı romanda karakterlerin
iç dünyasındaki aydınlık ve karanlık, neşe ve hüzün, siyah ve beyaz -ve aradaki diğer tüm tonlar-
sürekli yer değiştirirler.
Dönelim Nataşa’ya: Prens Andrey’in bir takım ‘vasilik
işleri’ için Kont Rostov’un çiftliğine gitmesi gerekir. 31 yaşında, savaştan
yeni dönmüş, yaralı ve ruhu yorgun bir adamdır Andrey Bolkonski; geçmişi acılarla, geleceği belirsizliklerle
doludur. Çiftliğe giderken yeşillenmiş
çalılıkları da geçerek yolun iki tarafında uzanıp giden bir kayın ağacı ormanına
girerler. Bu ağaçların arasından gördüğü yaşlı bir meşe ağacı Prens Andrey’in
dikkatini çeker. Onda sanki kendi hayatının sönüklüğünü görür. Meşe ağacı hantal,
huysuz ve öfkeli görünür Prens Andrey’e. Zaten karamsar günler geçiren Prens kendini
gülümseyen kayın ağaçları yerine bu canlı
bahar günüyle bir tezat oluşturan yaşlı meşe ağacıyla özdeşleştirir. Araba
ilerler, meşe arkada kalır ama Prens Andrey onu bir türlü arkada bırakamaz...
Çiftliğin girişindeki
bahçede genç kızlar oyun oynamakta, çocuklar gibi koşup durmaktadır. Bu
kızlardan biri koşarak arabaya yaklaşır ama gelenin bir yabancı olduğunu
görünce yine oynaya zıplaya geri gider. Bu, Nataşa’dır; Prens Andrey bu genç
kızdaki yaşama sevincini fark eder ve ister istemez merak eder: Acaba ona böyle mutluluk veren nedir?
Prens Andrey, Nataşa’yı içerde, salonda Kont Rostov’la otururken de bir kaç kez
görür. Ve benzer şeyler düşünür, bu kadar doğal bir neşe nereden doğmaktadır (Nataşa
ileride Prens Andrey Bolkonksi’nin nişanlısı olacaktır!)
İşler uzadığı için
Prens Andrey’in gece kalması gerekir ama herkes yatıp da el ayak çekilince Prensi
bir türlü uyku tutmaz, kalkar, pencereyi açar ve bir süre yıldızların süslediği
karanlık geceye bakar. O sırada bir üst kattan iki genç kızın konuşmaları duyulur.
Bunlar Nataşa’yla kuzeni Sonya’dır. Nataşa pencerede oturmuş şarkılar
söylemekte, gecenin güzelliğini övüp durmaktadır. Prens Andrey kendi penceresinin
önünde neredeyse nefes almadan durur ve oradan gecenin içine kanatlanıp uçmak
isteyen Nataşa ve ona “Hadi yat artık, saat iki oldu” diyen Sonya’nın
konuşmalarını dinler. Ve nedense bir an kızların kendisiyle ilgili de bir
şeyler söyleyeceğini düşünür. Ama bu olmaz, biraz sonra pencere kapanır ve sessizlik
gökyüzünü doldurur. (Nataşa ilerde Prens Andrey’in nişanlısı olacaktır, peki
eşi olacak mıdır?)
Ertesi gün yine aynı
yoldan dönerken Prens yine meşe ağacına bakınır ama ağaç ona hiç de bir önceki gün
göründüğü gibi görünmez. Evet, ağaç iyice farklıdır şimdi! O hantal, öfkeli,
dünyaya küskün yaşlı meşeden eser yoktur. Tam tersine, ona baktığınızda
gördüğünüz şey canlılık, yaşamın
çeşitliliği ve zinde bir umuttur. Hayır, burada fantastik roman ögeleri devreye
girmiyor. Değişen tabii ki ağaç değil, Prens Andrey’in zihin dünyasıdır:
İhtiyar
meşe iyice değişmişti; dolgun, koyu yeşil bir çadır gibi etrafa yayılmış, akşam
güneşinin ışıkları içinde hafif hafif sallanarak tatlı bir rehavet içinde
duruyordu. Ne eğri büğrü parmaklar ne bereler görünüyor ne eski acıların ne de
eski güvensizliğin izleri belli oluyordu. Yüz yıllık sert kabuğun arasından
sapsız, dolgun körpe yapraklar fışkırmıştı; o kadar körpeydiler ki bunların o
ihtiyarın vücudundan çıktığına inanılmazdı. Prens Andey, “Evet, bu o gördüğüm
meşe” diye düşündü ve içinde birden baharın verdiği bir sevinç, bir yenilik duygusu
uyandı.
Savaş ve Barış’ın bu bölümü aşık olduğumuzda ya da sevdiğimiz
insanların yanındayken hayatı nasıl da farklı algıladığımızı anlatan sıkı
örülmüş, güzel bir okuma sunar bize. Böyle zamanlarda içimizde bir genişlik,
bir ruh ferahlaması, sonsuz bir umut duyarız ve bu, hayata bakışımızı da eylemlerimizi
de değiştirir. Usta Lev Tolstoy bu kelimeleri doğrudan kullanmaz tabii ki -bütün
ustalar gibi bize bu duyguları sezdirir.
Sadece burası değil,
Piyer’in idam mangasının karşısına geçtiği bölüm, Prenses Mariya’nın yaklaşan
düşmana rağmen evlerini terk etmek istemeyen köylüleri ikna etmeye çalıştığı o gerilimli
diyalog ve Kutuzov’un çadırında haritanın üstüne eğilmiş kumandanların savaşın
gidişatı hakkında yaptığı tartışmaları okuduğumuz kısımlar kitabın gücünü arttıran
yerlerden. Romanın bu bölümleri, artık nasıl bir edebiyat şiddetiyle yazılmışlarsa,
daha dün izlediğim bir filmin sahneleri gibi aklımda hala. Kitabı okuduğum
dönemde hikaye beni iyice sardığı
için romanda olanları ara ara Nilay’la Aras’a da anlatıyordum. Mesela sabah
kahvaltısında “Nataşa yeni biriyle
tanıştı; genç, parlak bir subay, işler karışabilir” diyordum ya da “Fransızlar
sonunda Moskova’ya girdi, tüm şehri yakıyorlar” şeklinde birkaç cümlelik özetler
geçiyordum. Mecbur, dinliyorlardı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder