27 Mayıs 2015 Çarşamba

BEŞİKTAŞ, BİLİÇ ve (şimdi kim) GELECEK


Futbolu hiçbir zaman sevemedim, diyemem, hatta durum tam tersidir, bu oyuna çok düşkün olduğum dönemlerim oldu, öğrencilik günlerimde diyeyim daha çok, hasta Beşiktaşlıydım. İstanbul’daki Malmö maçı sonrası sabaha kadar başım ağrıdı, dersem, ilgililer ne demek istediğimi anlayacaklardır. Bugün de Beşiktaş’lıyım ama tuttuğum takımın hastası sayamam kendimi şu an; sağlık, malum, her şeyin başı!

Gelgelelim, ne zaman televizyonda Gordon’lu günleri anlatan bir belgesele denk gelirsem oturur seyrederim; Metin’i, Ali’yi veya Feyyaz’ı o günleri tatlı tatlı anlatırken dinlemek hoşuma gider. Bunda çocukluğuma, gençliğime dokunan bir şeyler bulurum.

Dediğim gibi, ne oldu, nasıl oldu, futboldan aldığım keyif zamanla azaldı, giderek maç izlemez oldum. Bunun sebebini futbolun Türkiye’de oynanan halinin çok yavan olmasına, kalmasına bağlayanlar olacaktır, tam öyle sayılmaz, zira Edirne’den ötede oynanan futbol belli bir düzeyi korudu hep ve ileri gitti, geriden izlediğim kadarıyla. Görüyoruz, orada ‘adamlar’ her zaman sıkı maçlar çıkarıyorlar. Benimki genel bir uzaklaşmaydı, belki bir şeyleri çok tekrar eder buldum, belki zaman içinde ilgi alanlarım değişti. Neyse ne, gün geldi, doyuma ulaşmış olmalıyım, maçlara pek bakmaz, saha dışında da ne olup bittiğini eskisi kadar izlemez oldum. Ve tüm bunların 3 Temmuz sürecinden çok çok önce olduğunu da ayrıca belirtmeliyim.


Slaven Bilic’in kalmasını isterdim, öte yandan. Taraftarın sevdiği ve inandığı, onlarla sağlam bir iletişim köprüsü kurmuş bir teknik adam; onun yeni statta bir yıl hak ettiğini söyleyenlere katılıyorum. Kaldı ki, sözleşmesinin üç yıllık yapılmış olması uzun vadeli bir çizginin hedeflendiğini gösteriyordu; bu yaklaşımın sabır ve planlama anlamına gelmesi gerekmiyor muydu? Sonuçta bir sezon boyu hiç iç sahada oynamayan bir takımdan bahsediyoruz. O sözleşme, ikinci yıl şampiyonluk gelmezse, diye bir madde içermiyordu kuşkusuz.

Daha göreve başladığı sezonun ilk dört maçında 12 puan almış olması Biliç’in hocalık yeteneğiyle ilgili bir fikir -bence- zaten veriyordu da bugün de futbol çevrelerinde onun takıma yerleştirdiği anlayış ve oynattığı güzel futbol genel olarak takdir ediliyor. ‘İyi takımın’ tanımı içinde yer alabilecek disiplin, düzen, ciddiyet ve atak futbol gibi kimi hasletler bu sezon oynanan Liverpool maçlarında net bir şekilde öne çıkıyordu ve bu bence gelecekteki takımın da habercisiydi. Ama, tabii unuttum, burası Türkiye ve biz burada gelecek dediğimiz şeyle pek ilgilenmeyiz.

Geçen gün okudum, doğru mu bilmem, Fikret Orman “Tartışılmaz bir hocayla anlaşacağız” demiş. Başkan unutmuş olabilir, eleştirmek ve bahane bulmak bizim ulusal sanatımızdır: Yeni teknik adam orada uçağa binmeden biz burada onun kemiklerini sıyırmış oluruz. Ayrıca ‘tartışılmaz hoca’ diye bir şey yoktur, öyle değil mi, herkes ve her şey tartışılabilir, bir de bunu bilebilsek.

Doğrusu hiç aklımda yoktu; bu futbol yazısı benim için de sürpriz oldu. Ama işte, Slaven Biliç’inki buruk bir veda olacak gibi görünüyor ve Elmanın İçi böylece bu topa da girmiş oluyor.

Şimdi biz de ne yapacağız, artık önümüzdeki yazılara bakacağız. Şampiyon Galatasaray’ı kutluyorum.


Hiç yorum yok:

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...