Futbolu
hiçbir zaman sevemedim, diyemem, hatta durum tam tersidir, bu oyuna çok düşkün
olduğum dönemlerim oldu, öğrencilik günlerimde diyeyim daha çok, hasta Beşiktaşlıydım.
İstanbul’daki Malmö maçı sonrası sabaha kadar başım ağrıdı, dersem, ilgililer ne demek istediğimi
anlayacaklardır. Bugün de Beşiktaş’lıyım ama tuttuğum takımın hastası
sayamam kendimi şu an; sağlık, malum, her şeyin başı!
Gelgelelim,
ne zaman televizyonda Gordon’lu günleri anlatan bir belgesele denk gelirsem oturur
seyrederim; Metin’i, Ali’yi veya Feyyaz’ı o günleri tatlı tatlı anlatırken
dinlemek hoşuma gider. Bunda çocukluğuma, gençliğime dokunan bir şeyler
bulurum.
Dediğim
gibi, ne oldu, nasıl oldu, futboldan aldığım keyif zamanla azaldı, giderek maç
izlemez oldum. Bunun sebebini futbolun Türkiye’de oynanan halinin çok yavan
olmasına, kalmasına bağlayanlar olacaktır, tam öyle sayılmaz, zira Edirne’den
ötede oynanan futbol belli bir düzeyi korudu hep ve ileri gitti, geriden
izlediğim kadarıyla. Görüyoruz, orada ‘adamlar’ her zaman sıkı maçlar
çıkarıyorlar. Benimki genel bir uzaklaşmaydı, belki bir şeyleri çok tekrar eder
buldum, belki zaman içinde ilgi alanlarım değişti. Neyse ne, gün geldi, doyuma
ulaşmış olmalıyım, maçlara pek bakmaz, saha dışında da ne olup bittiğini eskisi
kadar izlemez oldum. Ve tüm bunların 3 Temmuz sürecinden çok çok önce olduğunu
da ayrıca belirtmeliyim.
Slaven
Bilic’in kalmasını isterdim, öte yandan. Taraftarın sevdiği ve inandığı, onlarla
sağlam bir iletişim köprüsü kurmuş bir teknik adam; onun yeni statta bir yıl
hak ettiğini söyleyenlere katılıyorum. Kaldı ki, sözleşmesinin üç yıllık yapılmış
olması uzun vadeli bir çizginin hedeflendiğini gösteriyordu; bu yaklaşımın sabır
ve planlama anlamına gelmesi gerekmiyor muydu? Sonuçta bir sezon boyu hiç iç
sahada oynamayan bir takımdan bahsediyoruz. O sözleşme, ikinci yıl şampiyonluk
gelmezse, diye bir madde içermiyordu kuşkusuz.
Daha
göreve başladığı sezonun ilk dört maçında 12 puan almış olması Biliç’in hocalık
yeteneğiyle ilgili bir fikir -bence- zaten veriyordu da bugün de futbol
çevrelerinde onun takıma yerleştirdiği anlayış ve oynattığı güzel futbol genel
olarak takdir ediliyor. ‘İyi takımın’ tanımı içinde yer alabilecek disiplin,
düzen, ciddiyet ve atak futbol gibi kimi hasletler bu sezon oynanan Liverpool
maçlarında net bir şekilde öne çıkıyordu ve bu bence gelecekteki takımın da habercisiydi.
Ama, tabii unuttum, burası Türkiye ve biz burada gelecek dediğimiz şeyle pek
ilgilenmeyiz.
Geçen
gün okudum, doğru mu bilmem, Fikret Orman “Tartışılmaz bir hocayla anlaşacağız”
demiş. Başkan unutmuş olabilir, eleştirmek ve bahane bulmak bizim ulusal
sanatımızdır: Yeni teknik adam orada uçağa binmeden biz burada onun kemiklerini
sıyırmış oluruz. Ayrıca ‘tartışılmaz hoca’ diye bir şey yoktur, öyle değil mi, herkes
ve her şey tartışılabilir, bir de bunu bilebilsek.
Doğrusu
hiç aklımda yoktu; bu futbol yazısı benim için de sürpriz oldu. Ama işte,
Slaven Biliç’inki buruk bir veda olacak gibi görünüyor ve Elmanın İçi böylece bu
topa da girmiş oluyor.
Şimdi
biz de ne yapacağız, artık önümüzdeki yazılara bakacağız. Şampiyon
Galatasaray’ı kutluyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder