Tabure: O küçük tabureyi hatırlıyorum. Kapının hemen önünde duruyordu ve sanırım hayatımda
gördüğüm en küçük tabureydi. Bir sabah bu tabureye ağlamaklı bir şekilde
çöktüğümü de hatırlıyorum. Aras az önce o kapıdan geçip içeri girmişti. Bir
sürü sarılmadan, gitme’den sonra nihayet
onu o tarafa alabilmiştik. Sonra da dönüp gitmiştim. Arkamda bıraktığım kapının
üstünde yaldızlı harflerle Bilginler
Sınıfı yazıyordu.
Genç anneler-babalar,
çocukları üç-dört yaşında olanlar! Eğer onu bir kaç saat veya yarım gün falan bir
yere bırakmanız gerekiyorsa ayrılma törenini fazla uzatmayın. Arkanızı dönün ve
gidin! Mutlaka üzülecek ve muhtemelen ağlayacaktır. Ama bilmelisiniz, sizden sonra onun oradaki, sınıf
içindeki hayatı başlayacak, artık kaç saatse. Bir kaç kırık hıçkırıktan sonra
onun ortama uyum sağlayacağından, diğer çocuklarla kaynaşacağından emin
olabilirsiniz. Sonuçta, mutluluk bir çocuğun da doğal mecburiyeti...
Abdullah: Abdullah Iraklıydı. Bilmiyorum, belki de
Suriyeliydi. O zamanlar ‘Suriyeliler’ lafı böyle dolaşımda değildi. Bildiğim,
Abdullah’ın ailesinin şiddetin yoğun olduğu bir yerlerden kalkıp Adapazarı’na
gelmiş olduğuydu. Abdullah’ın oyun olarak bildiği numaralardan biri, ara sıra diğer çocuklara bakarak elini bıçak
gibi kullanıp boynunu kesiyormuş gibi yapmaktı. Bunu yaparken hııı, hıı, gibi garip
ve korkutucu sesler çıkarması da cabası! Bu ve bunun gibi bazı
taşkınlıklarından dolayı sınıfta ciddi
bir disiplin sorunu oluşmuştu. Bir defasında öğretmenin, her gün eski püskü bir
bisikletle oğlunu almaya gelen Abdullah’ın babasıyla ufak yollu bir tartışma
yaşadığına da şahit olmuştum. Ama tabii tüm bunlarda dört yaşındaki Abdullah’ın
hiçbir suçu yoktu. O da sonuçta Allah’ın bir kuluydu!
Servis: Bir de büyük bir minibüs hatırlıyorum. Okul servisi. Anasınıfı maceramızın
başlangıcı. İlk günlerde acayip heyecanlanıyordum. Güvenlik ya da başka
endişelerden dolayı değil, oğlumu servise bindirmek, onu oradan uğurlamak
hoşuma gidiyordu, içimde bir şeyler kıpırdanıyordu. Nilay bu halime bakıp gülüyordu.
“Düğününde ne yapacaksın sen?” diyordu.
Servisin geliş
saati genelde 8.50 falandı. Aras’ı en geç ‘35 geçe zaten çok az şey yediği kahvaltı
masasından kaldırıyordum. Diş fırçalama, ve –varsa- kaka falan, bir iki dakika
daha oyalanıp ’46, ‘47 geçe gibi evden çıkıyorduk. Birazdan Can Abinin minibüsü
(biz, cancemtur diyorduk) kolejin
oradan kavşağı dönüp geliyordu. Eve döndüğümde Nilay “ne oldu, gitti mi, ne
çabuk” falan diyordu. Sonra da ekliyordu: “Eğer servise yetişme yarışı diye bir
şey varsa birincilik ödülünü size vermeleri gerekir.”
Şimdi kreşti,
anaokuluydu hepsi geride kaldı. Bu yeni bir dönem. Nelermiş o geride kalanlar?
Ranzalarda uyumalar, hemen kapının önünde kum ve salıncaklar, dinlenme saatleri,
okula oyuncak götürme günleri, akşamüstü poğaça yemeler, kafamız estiğinde bugün gitmesin bari’ler.
Aras da artık
bunun yeni bir dönem olduğunun farkında.
Bu dönemin hayatına yeni ve değişik şeyler getirdiğinin de. İkinci günün akşamı
şöyle dedi bize: “Bugün öğretmenimiz bir kural
koydu, artık o içeri girince ayağa kalkacağız!”
1 yorum:
Kesinlikle neler hissettiğinizi bilemem, ben bir baba değilim
Ama duygularımızı paylaşmak istediğimiz insanları çok sevince, onların duygularını onların yerine yaşamak istemek, sorumlukuk kazandırmaya çalışırken, kıyamayıp sorumluluk almak.
Uzun zamandır açık uçlu cümlelerle karşılaşmamıştım ama sanırım bu konuda başka türlü yazılmıyor.
Yorum Gönder