Cemil bön ve duygusuz biri değildi, elbette üzülmüştü, üzülmüştü. Ama Cemil bir edebiyat okuruydu.
Edebiyat okurları aslında okudukları her kitapta insanı muayene ve ameliyat
eder. Bu yolla edindikleri bilgi, görgü yaşayarak elde edemeyecekleri kadar büyüktür
ve insana dair her şeyi anlarlar, sahiden anlarlar. (Sinek Isırıklarının Müellifi, sf 105)
Arada bakanlar biliyor, Elmanın
İçi’nde bir erkek çocuğunun büyüme serüvenine dair küçük hikâyeler
anlatıyoruz ve bazen de bir film, bir kitap üzerine konuşuyoruz. Yani aynaya
bakıyoruz. Böylece o filmin veya kitabın bize gösterdiği yoldan ilerleyip belki
yenilerine ulaşıyoruz. Fakat bu kez bloğumuzda büyük bir değişiklik yapacağız:
Bugün bir değil, tam iki kitabı ele alacağız!
“Çok araştırma yapmış” deniliyor bazen bir yazarı övmek için. “O dönemi
iyice incelemiş.” Dahası, bugün pek çok kişi bir kitabevinde konusunu tarihten
alan bir romanı eline alıp incelerken arkasında ‘Kaynakça’ olup olmadığına bakıyor.
Eski devirleri anlatan bir roman için yazarın araştırma yapması –zaten- bir
zorunluluk ve bu tip bir emek de her türlü övgüyü -tabii ki- hak ediyor. Fakat
bana öyle geliyor ki bu yorumlar yapılırken çoğu zaman dil hususu göz ardı
ediliyor.
Barış Bıçakçı’nın iki romanı var
elimde. Biri, filmi de çekilen Bizim
Büyük Çaresizliğimiz, diğeri Sinek Isırıklarının Müellifi. İkisinin
de hikâyesi olaylar üzerinden değil, ayrıntılar, düşünceler, varsayımlar üzerinde
ilerliyor. Metin Celal’in Sinek Isırıklarının Müellifi’nin arka
kapağındaki yazısı da bunu belirtiyor: “Bıçakçı,
son zamanlarda tek tipleşen, olaya dayalı roman anlayışına karşı kendine has
dili, anlatımı, kurgusuyla seçkinleşiyor.”
Biz edebiyatı, çoğu zaman, bize ‘başka türlü’ bir dil sunduğu için,
yazarları da ifade biçimlerimizi yeniledikleri için severiz. İyi bir yazarın dili
kullanış biçimindeki özgünlük çoğu zaman daha ilk paragrafta, ilk sayfada
beliriverir. Bu, yine çoğu zaman, yapıtın işlediği konudan da bağımsız bir
durumdur. Zira edebiyat, sadece büyük olaylar silsilesinden ve önemli kişiler
resmigeçidinden ibaret olamaz; kağıda dökülmeyi bekleyen, döküldüğünde de fark
ettirmeden hayatla ilgili çok şey söyleyen ayrıntıları da ele alır. Ve bunu öyle
‘büyük oynamadan’, sakin sakin yapar. Yoksa toplu konutta yaşayan, işinden
istifa ettiği için bütün gün evde oturup kitap okuyan ve doktor eşinin eve
gelmesine yakın bir saatte ocağa makarna suyu koyan bir adamın hayatı, yazılsa,
kim der ki roman olur?
“Giysi
dolabının yaylı kapısı ve komodinin çekmecesi açık kalmıştı, pencerenin dışında
da babasının bozulmasın diye koyduğu iki küçük kap yoğurt öylece duruyordu.” (Sinek Isırıklarını Müellifi sf
42)
Bu
kitaplardaki kahramanların edebiyata düşkün olmaları da cabası. Bıçakçı, hikayesini
anlatırken bir yandan da güzel roman adlarına, edebiyat tarihinde yerini almış
vurucu açılış cümlelerine ve ruhsal acıyı dindirme özelliği olan kısa öykülere
gönderme yapıyor. Ben, mesela, Sinek Isırıklarının Müellifi’nde, adını daha
önce duymadığım bir yazarın, Judith Hermann’ın, Yaz Evi, Daha Sonra* isimli bir kitabına rastladım. İnternetten araştırdığımda daha tanıtım
paragrafında anladım ki bir ‘yazarım’ daha oluyor!
Yazıyı, yine aynı kitaptan, bu tip bir edebiyat-içi yolculuk alıntısıyla bitirelim:
Cemil, Döşeğimde Ölürken’i bir gece
geç saatlerde bitirdikten sonra masa lambasını kapatmış karanlıkta otururken,
Faulkner, her iyi yazarın yaptığı gibi elinde bir mumla çıkagelmiş ve Cemil’in
gözlerinin içine bakmıştı; kendisinin canlılar dünyasında gördüğü karmaşayı
onun da görüp görmediğini anlamaya çalışıyordu. Mum ışığının yarattığı gölgeler
evin duvarlarında merakla bekleşiyordu.
Dışarıda, yüzlerce binasıyla toplu
konut bölgesi, canlıların dünyasındaki karmaşayı saklamak istercesine sessizdi,
ışıksızdı ve zaten o karmaşanın üzerine kurulmuştu. (Sinek Isırıklarının
Müellifi sf 134)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder