11 Kasım 2013 Pazartesi

NABOKOV’UN KALECİSİ


Bir meslek olarak futbol kaleciliği edebiyatın konusu olabilir mi? Bir kalecinin işini yapış şekli yazınsal bir düzlemde ne kadar anlatılabilir? Edebiyata pek sıcak bakmayanlar, bu sanatla aralarına koydukları mesafeyi açıklarken okudukları metinlerde gördükleri zorlama sözcük oyunlarına, ağdalı cümlelere ve uzun betimlemelere işaret ediyorlar. Doğrusu, edebiyat deyince ülkemizde pek çok kişinin aklına sadece romantik günbatımı tasvirleri, içinde pek de anlam barındırmayan yorucu cümleler ya da deriiin psikolojik tahliller geliyor ve dudaklar hemen bükülüyor. Belki raflarda bu durumu haklı çıkaracak, bu kötü şöhretin (bana edebiyat yapma!) bir şekilde sürmesini sağlayan pek çok kitap olduğu da doğrudur. İyi ama gene de soralım: Yazı bundan mı ibarettir?  Kapsamı hep böyle dar, biçimi her zaman tekdüze?

Şimdi, tekrar kaleye geçecek olursak: Vladimir Nabokov’un öykülerini romanlarından daha çok severim ama onun ara sıra açıp karıştırdığım kitabı Konuş, Hafıza (Speak, Memory) adını verdiği otobiyografisidir. Nabokov’un cümleleri kısa yoldan gitmeyi pek sevmez, ama, nasıl  oluyorsa, bir karışıklık da yaratmaz bu durum; aksine öyle fazlaca tekrara düşmeyen bir melodi içinde akarlar. Sanırım Dehşet isimli öyküsünde anlatıcının hayranlık duyduğu kadını anlatırken kullandığı ‘gündelik berraklık’ ve ‘yumuşak sadelik’ ifadelerini onun metinlerinin dokusunu anlatmak için de kullanabilirim. Yukarıda anlatmaya çalıştığım yapaylığı burada göremezsiniz. Bir Yazar’la karşı karşıya olduğunuzu bilirsiniz. Konuş, Hafıza’da benim pek sevdiğim, İngiltere’deki gençlik yıllarını anlattığı bölümde futbol kaleciliğini bir kimlik gibi sunduğu paragraf şöyledir  (İletişim Yay. Sf 264) :

Cambridge’te oynadığım oyunlar arasında futbol, hayli karmaşık bir dönemin ortasındaki rüzgârlı bir açıklık gibiydi. Kalede durmaya bayılıyordum. Rusya’da ve Latin ülkelerinde, bu yiğitçe sanatın çevresinde her zaman büyülü bir hale olmuştur. Mesafeli, yalnız, dingin, eşi menendi bulunmayan kaleci sokaklarda yürürken, küçük çocuklar hayranlıkla onun ardı sıra giderler. Matadorlar ve savaş pilotları kadar el üstünde tutulurlar. Süveteri, sivri şapkası, dizlikleri, şortunun arka cebinden sarkan eldivenleri onu takımın geri kalanından ayırır. Kaleci yalnız kartal, gizemlerin adamı, kalan son müdafaacıdır. Fotoğrafçılar onun gösterişli şekilde dalışa geçerek, alçaktan yıldırım hızıyla gelen şutu parmak uçlarıyla kale ağzından çıkarışını tespit etmek için bir dizleri üzerinde saygıyla eğilirler; o başarıyla koruduğu kalesinin önünde boylu boyunca yere uzanmış olarak bir anlığına beklerken, stadyumdan takdir dolu bir uğultu yükselir.

Her şeyin Yazı’nın konusu olabileceğini ve bu konunun da akıcı, eğretilikten uzak ve lüzumsuzca şişirilmemiş bir dille aktarılabileceğini gösteren, kendi içinde ‘tadı’ olan bir metin bu. Edebiyat sanatına sıcak bakan bakmayan herkesin içini ısıtacak güçte!

Otobiyografisinin ikinci cildini tamamlayamamış Nabokov, ömrü vefa etmemiş buna. Enis Batur’dan (yine yazı yoluyla) öğrendiğimize göre çıksaymış, bu kitabın ismi de Speak On, Memory (Konuşmaya Devam Et, Hafıza) olacakmış. Mantıklı ve muzip bir seçim. Tam Nabokovca. Ama ben şu yukarıdaki, kaleciyle ilgili alıntıyı tekrar okuyunca ikinci cildin ismi The Show Must Go On da olabilirmiş, diye düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...