31 Mayıs 2013 Cuma

HAVUZ BAŞINDA İYİMSERLİK 


Sait Faik’i ve yapıtını anlatmak için pek çok şey söylenebilir (söylenmiştir de) ve bir dolu yazı yazılabilir (yazılmıştır da). Fakat Sait Faik deyince ve onu öykülerini okurken, benim aklıma ilk gelen kelime hep 'iyimserlik’tir. Hişt Hişt isimli öyküsünden yansıyan sevinç ve hayata bağlılık temaları, malum. Ayrıca ben PaşazadeProjektörcü, Francala mı Ekmek mi gibi öykülerde de bu duyguları bulurum. Yaşamın ve insanın özündeki naif yapıyı orada görmek hoşuma gider.

Belki buna en belirgin örnek Faik’in 1946'da yazdığı Havuz Başı adlı öyküdür. Beyazıt’taki havuzun kenarında bir ‘kanepeye’ oturan anlatıcı hangi köşeden çıkıp geleceğini bilmediği ve kendisinden aslında zerre haberi olmayan sevdiğini beklerken hülyalara dalar. Onu bu hülyalardan yan kanepeye gelip oturan Lüleburgazlı bir yaşlı çift uyandırır. Hikâyemizin girişi şöyle:   

Beyazıt havuzunun girişindeki kanepelerden birine oturmuş sizi bekliyorum. Yaşını almış bir adamın yirmi yaşındaki çocuk kederlerini, sevinçlerini yaşaması ne demektir, diye düşünüyorum: Belki bir geç olma hadisesi. Belki de bir çeşit hazları, kederleri, çocuklukları uzatma tahayyülü. Ama bu uzayan yaz, kışın gelmeyeceğine alamet değil…

Yan kanepeye oturan adam bir gülümsemeyle selam verir. Sonra sohbet başlar. Adam karısını gösterip ‘Bunu getirdim köyden’ derken sanki binlerce yıllık bir şey söylemektedir. Kadın çarşaflıdır falan ama eşinin yanında pek öyle çekinik de değildir. Bir ara yanlarındaki çantada duran bakır kaplara kaç para verdikleri konusunda kocasıyla tatlı tatlı atışır.

Lüleburgaz’lı adam meraklı ve heveslidir: E, işte bugün karısına İstanbul’u tanıtacaktır; anlatıcımıza sorular sorar sürekli. -Ali Sofya, hangisi? der mesela. Az sonra havuzu gösterip -Bu dibinden mi kaynar? diye sorar. Aldığı cevapları hemen dönüp eşine  aktarır. –Pekiii? Hani bu, suları fışkırtırmış…-Hani üstüne top korlar da sular lastik topları havaya fırlatır, oynatır durur, öyle de yaparlar mı?

Elli yaşında adam, ellisine yakın kadın, fıskiyeler, toplar… Onlar, benden de çocuk. Seni görememenin sıkıntısı dağılıyor, seviniyorum. Kadın eğilip beni dinliyor. 

Tuhaf bir biçimde insanın içine sevinç veren, hoş bir öyküdür Havuz Başı. Durup dinlemenin, kulak vermenin, ‘bir meydanın kanepesinde, yüzünü bir dakika görmek için’ birisini beklemenin öyküsü. Burada anlatılanlar insanı biraz daha iyimser ve yumuşak kalpli mi yapar, ne? Anlatıcı, Lüleburgazlı yaşlı çifte İstanbul’un semtlerinden söz açarken birileriyle konuşmanın saadetini duyar. Bu bile bir şeydir çünkü.

Öyledir. Hayatın bin bir zorluğu içinde iyimser tarafımız ağır basar sanki. ‘Yaşamak güzel şey be!’ diye düşünürüz zaman zaman. ‘Ben iyi yemek yaparım ya’ diye savunuruz kendimizi veya işte şarkıdaki gibi, ‘İyileşiyorum, ya!’ deriz. ‘Güzel maç oldu aslında’ diye kutlarız arkadaşımızı. Bir cumartesi günü işlerimiz erkenden bittiğinde, ‘İyi ki erken kalkmışım bu sabah’ diye mırıldanırız.  İyimserizdir yani genelde; her şeyin bir şekilde ‘iyiye gideceğine’ inanmazsak, yapamayız. Yaşamı kutsarız, hepimiz farklı biçimlerde.

Hiç yorum yok:

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...