6 Mayıs 2012 Pazar

BÜYÜKADA’DA ZAMAN

Tezer Özlü, Kafka ve Pavese gibi kendisini etkileyen iki yazarın izini Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde sürerken hissettiklerini Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta anlatır. Yazar gezi boyunca bu iki önemli edebiyatçının geçtiği yollardan geçer, onların kaldığı otellerde kalır. Tahmin edileceği ve bir edebiyatçıdan tam da bekleneceği gibi, kitaba ismini veren yolculuk aslında bir şehre, bir yere olmaktan çok anlatıcının içine ve kendi duygu dünyasına doğru yapılan bir yolculuktur. Tezer Özlü bu geziler esnasındaki acısını kâğıda dökerken genellikle şimdiki zaman kipini kullanır ve okuyucuyu da kendi hızına ve yavaşlığına ortak eder. Ben de şimdi bu yazıda birkaç hafta önce yaptığımız Büyükada gezisinden hoşuma giden birkaç saati, vitesi şimdiki zamana takarak, yeniden düşüneceğim:

'Mutluluk' adında bir kısa film. Ada’ya ayak bastığımızda küçük çapta bir şok yaşıyoruz. İnsanın çoğu zaman seyahate ‘kalabalığa karışmak’ için çıktığını biliyorum, ama yok, bu kadarı benim için fazla! Sahilde vapurdan yeni inenlerle birlikte adadaki kalabalık Bodrum barlar sokağındaki bir gecedekinden farksız. Ertesi gün Mehveş Evin’in bir tweet’inden onun da aynı vapurlarda olduğunu öğreniyorum: ‘Bir daha bayramda Ada vapuruna binen mimoza olsun’, diyor. Bu benim Büyükada’ya ilk gelişim, kalabalıktan dolayı şaşkınım ama memnunum. Otele eşyamızı koyduktan sonra dönüyoruz, şöyle bir keşif niyetine yürüyoruz iç kısımlara doğru. Dondurma alıp insanların arasına karışıyoruz. Aras bir an duraklıyor, çikolatalı çilekli dondurmasını daha rahat yemek için bir kaldırıma çöküveriyor. Biz de başında bekliyoruz. O an Nilay aklında oluşan bir kısa film senaryosunu kısaca anlatıyor. Bu kısa filmde kamera önce biraz yukarıdan, bu kalabalığın üstünde dolaşıyor, şakalaşan adamların ve kafalarında adanın simgesi olduğunu düşündüğüm yapma çiçeklerle (mimoza?) bezeli şirin taçlar taşıyan genç kızların yüzlerinden geçiyor. Sonra, kaldırımda oturmuş üç dört yaşlarında bir çocuğu fark edip hızlı bir hareketle geri dönüyor kameramız ve dondurmasını adeta bir görev bilinciyle ve neredeyse yüzünün yarısına bulaştırarak yiyen bu kıvırcık saçlı ufaklıkta bir süre bekliyor. Yoldan geçenlerin çocuğa bakıp güldüklerini görüyoruz.      

Tırtıl Tozları: Bizi dolaştıran faytoncu İranlı turistleri sevmiyor. ‘Bizim ölümüz bunların dirisinden iyi diyor bana’; ne demek istediğini anlamaya çalışıyorum. Onlardan ücreti peşin almayı yeğliyor. Aras en çok da bu fayton turundan hoşlanıyor. Ama o ve annesi, tur bitince vücutlarında havadaki tırtıl tozlarından dolayı olduğu söylenen amansız bir kaşıntının başlayacağını ve az sonra soluğu eczanede alacağımızı henüz bilmiyorlar! Eczacı bu duruma alışık; bize gerekli açıklamaları yapıyor. Az sonra yemek yerken bir çocuk beliriyor masamızda, ailesiyle bir masanın boşalmasını bekliyor. ‘Buraya Türkler mi gelir yabancılar mı en çok? diye soruyor bana. Kırk yıllık Adalı gibi cevap veriyorum: Genelde Türkler gelir ama bu yıl çok sayıda İranlı var.

Gecede Yalnız: ‘Kalkalım artık üşüdük’ diyor, Nilay. ‘Gene çıkarız olmazsa.’ ‘Sadece iki çay içtim’ diyorum. Otele dönünce inmek istemiyorlar tekrar. Ben çıkıyorum ve Ada’nın gecesine doğru yavaşça ilerliyorum. Ertesi sabah fotoğraf çekebileceğim sokaklara bakıyorum. Taraklı’ ya gittiğimizde ‘kendi şehrimde turist gibi hissetmek’ diye düşünmüştüm, burada da kendi ülkemde başka bir ülkeye gelmiş gibiyim. Sokağın başından yukarı doğru ağır ağır çıkan bir aile görüyorum. Dokuz on yaşlarındaki çocukları onlardan birkaç adım geride bir binanın önünde durmuş, kapının üstündeki yazıyı okumaya çalışıyor loş ışıkta. ‘…Ermeni Kilisesi’ diye okuyor yüksek sesle. Annesi de ‘Tamam, Ermeni olduğunu anladık gerisi önemli değil’ diyor. Kadının ne demek istemiş olabileceğini anlamaya çalışıyorum. Binaların arasından sahili görüyorum, vapurlar ışıklanmış. Henüz çarşıya gelmemişken telefonum çalıyor; çikolata ve cips sipariş ediliyor. İlk önüme çıkan marketten söylenenleri alıp götürüyorum. Alışverişimi yaparken gözüme tezgâhın üstünde içinde ince ve davetkâr purolar olan bir kutu görüyorum. Ve o an üçüncü çayımı nerde içsem diye düşünmeye başlıyorum.

Akşam olunca Adadaki kalabalık katlanılabilir hale geliyor. Fayton gezisinden sonra Nilay’la Aras’ın sürekli kaşındıkları için çaya doymadan kalktığımız çay bahçesine gidiyorum tekrar. Burada gece vakti kalabalığın içinde yalnız kalabiliyorsunuz ve şimdi vapurlar ışıklı halleriyle daha görkemli görünüyorlar. Çayımı bitirince sahil boyunca biraz dolaşmaya karar veriyorum. Sağlı sollu restoranların arasından geçerek yavaşça yürüyorum. Masalar, balık ve rakı keyfi yapan ve mutlu -görünen- insanlarla dolu. Bu tip yerlere bazı insanların para harcamak, bazı insanların da para kazanmak için geldiğini yeniden düşünüyorum. Lokantaların bittiği ve müzik seslerinin azaldığı yerde karanlık kumlar ve kayalıklar başlıyor. Buralarda çiftler var, kayalıklara oturmuş ‘aynı sessiz geceye doğru’ bakıyorlar. Denizi ve şehrin ışıklı siluetini seyrediyorlar. İstanbul, buradan bu saatte bakınca hiç de karmaşık ve gürültülü bir şehir gibi gelmiyor insana.  

Ve Gecenin Sürprizi: Zaman ilerliyor ve canım bir şeyler yemek istiyor. Bir üst sokakta ne yiyebileceğimi düşünerek dolaşıyorum, sonra bir yere çöküyorum. Az sonra önümden Hasan Bülent Kahraman geçiyor. Bir an şaşırıyorum. Onu Büyükada’da görmeyi beklemiyordum, diyorum kendime. Sonra bu düşünceme gülüyorum. Elbette benim Hasan Bülent Kahraman'ı, o Londra’da bir sergi açılışında notlar alırken veya bir New York uçağında adını hiç duymadığım bir dergiye yazısını yetiştirmek için bilgisayarında harıl harıl çalışırken görecek halim yok! Yanındaki bayanla caddede birkaç kez gidip geliyorlar. İkinci geçişlerinde sesini de duyuyorum ve emin oluyorum. Bir kafeye girene kadar arkalarından bir ‘celebrity’ye bakar gibi bakıyorum. Az sonra yavaş adımlarla otele dönüyorum, geceyi sadece yaşamadım, içime çektim onu ve bundan ziyadesiyle memnunum. Sokaklar daha da boşalmış. Eski evlerin, asırlık kiliselerin, bir zamanların görkemli köşkleri olan metruk yapıların ve şimdi sağlık ocağı olarak kullanılan eski bir ahşap konağın önünden geçiyorum. İlber Ortaylı ile yapılan nehir söyleşi kitabının adı geliyor aklıma: Zaman Kaybolmaz. Bu söz sanki Büyükada’da daha çok doğru, diye düşünüyorum.

1 yorum:

pelin irgin dedi ki...

Adalara henüz yolculuk yapmayan biri olarak büyük bir hevesle okudum yazınızın her satırını.Geçenlerde, yine bir İstanbul kaçamağında, ada vapurlarının durak noktasında bir arkadaşı beklerken tesadüfen ada yolcularının iniş saatine denk geldim. dikkatimi çeken şey ise her 10 bayandan 9 unda çiçekli taçların olmasıydı. Gözüme her zaman güzel görünen taçlardan hiç bu kadar nefret etmemiştim. İşin tuhaf yanı adadan gelen erkeklerin de bu çiçekli taçları takması. Merakıma yenik düşüp sorduğumda ise öğrendim ki taçlardan nefret eder hale gelen sadece ben değilmişim. Adada kadınların taçlara saldırısından rahatsız olan erkekler protesto amaçlı kendilerini taçlandırmışlar. Adaya yolu düşen ya da düşecek olan hanımlar sizden ricam "Çiçekli Taçlara" dikkat her an başınızı bir arı sokabilir.

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...