16 Ağustos 2011 Salı

GÖL, YOL, TEPE, IŞIK, GECE

Vladimir Nabokov, otobiyografisinin (Konuş, Hafıza) başında çocukluğunu anlattığı ve varoluşunu ilk kez idrak ettiği o sihirli anı tarif ettiği satırların arasında sık sık ‘zaman’ üzerine düşünüyor. Kitabın bir yerinde -başka eserlerinde de üzerine bu kadar düşündüğü ve üstüne böylesine düştüğü- zaman kavramını tanımlarken onu insana eklemliyor:    ‘… denize girenlerin parıldayan suyu paylaşması gibi…’   Öyle görünüyor ki, edebiyatçıları da fizikçileri de düşündürmüş bu ‘zaman meselesi’.  Hiçbir şeyden emin olmasak da şu söylenebilir: An itibariyle, dünyanın öbür ucundaki insanlarla en belirgin ortak noktamız, kuşkusuz, aynı zamanı paylaşmamız. Hepimizin teni aynı suya temas ediyor. Fakat işte biz ölünce zaman ölmüyor, sonra ne oluyor?

Sapanca’da, yüksekçe bir yerde bir evin terasındayım. Dünya ve hayat ayaklarımın altına serilmiş. Aşağıda birbirine sıkıca sarılmış ağaçların rengi geceleyin karaya dönmüş. Küçük köy camilerinin beyaz minarelerine vuran ay ışığı etrafı parça parça aydınlatırken, birkaç yüz metre ötedeki modern otoyoldan onlarca araba, hayatın daha hızlı aktığı büyük şehre doğru yol alıyor. Bu araçlar -bir teoriye göre aslında döngüsel olan- Zaman’ın içine çizilmiş düz bir çizgiyi takip ediyor gibiler ve gözlerime dolan görüntüyü ortadan ikiye bölüyorlar.  Az ötede demiryolu var; belli saatlerde ışıklı odalar, sessiz böcekler gibi ağaçların içinde bir görünüp bir kaybolarak yolcularını taşıyor. İnsan, bütün dünya bilgisine rağmen, bazen bir çocuk gibi şaşırmaktan kendini alamaz: Bu kadar insan nereden gelip, nereye gidiyor?

Daha bitmedi. Ormanın ve yolun ötesinde, ikisinden de güçlü, tüm resmi belirleyen karanlık bir görüntü var. Orada Sapanca Gölü, karşıdaki tepelerin eteklerine kadar görkemli bir sessizlikle uzanıyor. Suyun diğer yanında, titreyen ışıklarıyla zamana göz kırpar gibi yapan irili ufaklı köyler, yerleşim yerleri var. Göl, biraz o tepelerdeki ev ve okul kampüslerinin ışıklarını, biraz da ay ışığı parçalarını ödünç almış, üstüne yakıştırmış. Otoyoldaki ve demiryolundaki araçların oluşturduğu hareket duygusundan gölün üstünde eser olmasa da, karşı kıyıdaki binlerce minik ışık, binlerce küçük insanın ertesi gün için şimdiden hazırlık yapmakta olduğu hissini uyandırıyor.      
                                    
Sapanca’da,  yüksekçe bir yerde bir evin terasındayım. Tek bir an’a sanki tüm zamanı sıkıştıran bir kesit görüyorum önümde. 'Aynı sessiz geceye' ve aynı karanlık göle bakan insanlar da, muhtemelen, Nabokov’un denize giren adamları gibi, o an aynı nefesi soluyorlar. Aynı hissi paylaşıyoruz. Zamanın içinde olma hissi. Var olma hissi.   
       

1 yorum:

zeynep dedi ki...

'denize girenlerin parıldayan suyu paylaşması gibi' Fazla iyimser bir benzetme dedim önce (suyun parıldamadığı da olur çünkü). Aynı zaman diliminde olmamız ya da 'aynı sessiz geceye' bakmamızın bir anlamı var ama tek başına var olmak yeterli değil, nasıl ve tam olarak nerde olduğumuz bir o kadar önemli diye düşündüm- ki nadirdir insanların şehre uzaktan bakıp var olma hissi ve hafifliğini hissedebilmeleri. Sonra bi haber aldım. Var olmanın ötesindeki herşey anlamını yitiriverdi. Sevdiğim bi insan eşini kaybetti bugün. Sizin yazı dilinizle aynı zaman diliminde değiller artık. Ne söylesen boş. Yazınızın mutlu eden bi tarafı var ama herkes için değil..

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...