
Doluluk, Geçmiş Yaz Defterleri’nde
en çok vurgu yapılan temalardan; Sakız Garden’daki söyleşide de bu öne çıktı, yani oluş / eksik oluş / tamamlanma konuları üzerinde duruldu,
ben de o kısımları ikinci kez okumadığım için biraz hayıflandım. Söz
konusu bölümlerin Hilmi Yavuz şiirini anlamaya katkı yapacağı da söylendi aynı toplantıda. Ama ben -o gün konuklardan birinin ifade ettiği gibi- okumanın hazzına bu tip
bilgilerden yoksun olarak varmanın da mümkün olduğunu düşünürüm. Yani bir şiiri daha iyi anlamam için dizelerinde Heidegger veya Sartre iz ve işaretlerini aramam gerekmemeli,
demek istiyorum. Çoğu durumda, şiirde sözcük seçiminden ve onların dizilişinden alınan keyif yetmeli. Demek ki bu bağlamda ben ‘şiir bir şey anlatmaz’ tezine yakın duruyorum. Kolaya kaçtığım da iddia edilebilir tabii- itiraz edecek değilim!
Doluluk Yavuz’a göre
yaşam
deneyiminin tüm duyularla birden algılanabilir olması. “Yavuz’a göre” diyorum ya, burada bir rehber ya da kılavuz(!) eşliğinde bir
okuma yapıyor değilim. Anladığım şu: Tüm duyuların aynı anda işlev halinde olması her zaman
mümkün olmadığına göre yaşam her daim bir tür eksil-oluş’la malul olmak durumunda. Şair işte burada şiiri devreye
sokuyor. Bu eksikliği gideren, yaşam deneyimini tamamlayan şeyin imge olduğunu söylüyor. Ben bunu biraz
daha genel çerçevede edebiyat olarak algılıyorum.
İmgelem ve şiir anımsamaya
yardım ediyor,
dolayısıyla geçmiş yazlar ve geçip giden tüm mevsimler biraz
daha yakına geliyor.
Zaman halkanın tamam olmasıdır. Yaşam’ın doluluğudur. Onun için yaşanan ne varsa, önemli önemsiz, öze ilişkin ya da ilineksel, yitip
gitmesini, silinip gitmesini önlemenin yolu, geçmişi, hadi o benzetmeyi (eğretilemeyi)
sürdürelim, sürekli anımsamaktır, anımsamanın anımsanmasıdır. Böylelikle ancak, en dıştaki büyük halka’da şimdi içeri doğru küçülen öteki halkalara (yakın geçmiş: uzak geçmiş) dönebiliriz.
Kağıtlar Bir Çarmıh, Sözcükler
Gövdeymiş Gibi…
Bir yazı insanının temel kaynağı belleğidir, anımsamak da onun başlıca edimi. Yazar hatırlayan kişidir. Bu bakımdan sanırım bir edebiyatçının ulaşabileceği Doluluk
duygusu yine Yazı yoluyla olmalıdır: Hilmi
Yavuz bunu yapmaktadır zaten, Her günü bütün ayrıntılarıyla Yazı’ya dönüştürüyorum, diyerek. Yavuz
bazen defterindeki sayfaları karıştırıp on yıl önce bugün, bu öğleden sonra neler
yaptığına bakar- sonra
belki daha geriye doğru hareket eder, ya da belki bir parça bugüne doğru salınır – yoksa içe içe geçen halkalar bunlar mıdır?
Yavuz’un anlatımında şiir, şiirsellik elbette
hissediliyor; vurucu imgeler ve çarpıcı tanımlamalar var
kitapta (bkz: ilk ara başlık). Ama Defterler
sonuçta bir günce, ben de iyi düzyazı peşindeyim ve aradığım şeyi daha ilk birkaç
satırda buluyorum:
Bu sabah yatakta yarı uyanır yarı uyanık, buralara ilişkin, belki buralara özgü demek daha doğru, bir tuhaflığın ayırdına vardım bir kez
daha. Odamın kapısı sımsıkı kapalıydı, bundan emindim; ama sanki içeride birileri varmış gibi
geldi. Sonra anımsadım ki, bu, Bodrum’da hep böyle
olagelmiştir.
Gizem Üreten
Kadınlar
Geçmiş Yaz Defterleri’nde
cinsellik de öne çıkan temalardan biri. Bir düşünce adamını belli bir
boyuta indirgemeye eğilimli okurlar için biraz şaşırtıcı bir durum
olabilir. Hilmi Yavuz muhafazakâr çevrelerle yakınlığı ile (de) bilinen, İslam Felsefesi üzerine dersler vermiş bir aydın (İslam’ın Zihin Tarihi bu derslerden oluşuyor ve ben neredeyse tamamını altını çizerek okuduğum bu kitabı imzaya gittiğim gün yanıma almayı nedense akıl edemedim!) Aslında bu şaşıranları da çok suçlayamıyorum; zira bir yazısında İbn-i Arabi’den ya
da kutsal metinlerden alıntılar yapan ama
sonraki sayfada kadın bedenine dair gizemli övgü satırları kaleme
alan yazar portresi o kadar sık rastlanan bir durum değil! Bu bakımdan cinsellik ve kadın bedeni ile ilgili düşünceler günlüklerde ayrıksı bir yerde duruyor-
belki de durmuyor, sonuçta Defterler insan-oluş’un önemli bir boyutunu (daha) işliyor: Belirleyici yanı çok güçlü olan cinsel
eylemle ilgili düşünceler de kâğıda dökülüyor- gerçek bir sanatçının yapması gerektiği gibi, içtenlikle
ve rahatlıkla. Defterlerde,
düşler, keşfedişler, tensel özlemler
ara ara görünür oluyor. Ölüm ve yaşam nasıl görünür
oluyorsa, öyle.
Nasıl oldu bu, ah ey
Tanrım, odamda oturuyordum, akşamdı, yoksunlukla, duyumsuyordum tinimi, yaşlı
ve eprimişti, unutmuştum çoktan, dirimsizdim, akşamdı evet, kapım çalındı,
görünen sonyaz sonu giyimliydi, elinde bir mektup vardı.
Uzattı mektubu. Dönüp
gidiyordu ki, beklemesini söyledim. Olasılıkla, şiirlerini ya da öykülerini,
onları getirmiştir, utangaç biri diye düşünmüş olmalıyım, yanıt istemiyor muydu,
sonyaz sonu giyimliydi, çelimsiz görünüyordu, hayır, istemiyordu.
Ah, kadınların gizem
üretmeleri ne kolaydır…
Defterler’de Yavuz’un
çocukluğuna, Siirt’e
ve annesine dair yazdığı bölümler nefis. Ara ara gelen bu Proust’vari pasajlar Defterler’deki felsefi
ağırlığı dengeliyor ve
belki de tamamlıyor.
Öyle görünüyor ki Hilmi
Yavuz'un yaşamını, bu yaşamın doluluğunu
iki sözcük belirliyor. Onun hayatında Yaz ve Yazı başat karakterler. Defterler
hem yaz mevsimine bir övgü, hem de geçip giden yazlara bir ağıt. Aradaki köprü Yazı’yla
kuruluyor; yazı, halkalar arasında bir bağlantı oluyor.
Çöl Şiirleri’nden
birinde kalbim kağıtlarla dolu, diyordum. Bomboş kağıtlar! Ama, Cemil Meriç’in Jurnal’inde
dediği gibi, sözcüklerle de doluydu kalbim… Ve kağıtlar bir çarmıh, sözcükler gövdeymiş gibi duruyorlardı. Ve ben “Ecce
Verba! İşte Söz, İşte Söz!” diye bağırıyordum. (Bir düşten)