Ramazan Bayramından
birkaç gün önce Adapazarı ile Denizli arasında altı saat kadar süren bir
yolculuk yaptım. Bu iki şehir arasındaki yolculuğum esnasında, bir tas çorba
için durduğum Afyon’un yanı sıra, sırasıyla, Buenos Aires, Londra, Paris,
Budapeşte, Lizbon ve Roma şehirlerini de şöyle bir gezdim dolaştım. Böylece pek
çok şey öğrendim ve o kadar çok yeni ses dinledim ki yolculuğumun sonuna,
yolumun ucuna hemen gelmişim gibi oldu. Buenos Aires’te harika tango ezgileri ve
Eva Peron eşlik etti bana; ‘çocukluğumum krizi’ Falkland Savaşını hatırladım ve
şehrin isminin kelime anlamını (güzel havalar) öğrendim. Lizbon’da fado
müziğinin kaynağı, gelişimi ve bu kez onun kelime anlamı (kader, fate) üzerine
anlatılanları dinledim. Portekiz’in dünyaya kazandırdığı denizciler de oradaydı:
Bunlar, hepsi değişik ilklere imza atan önemli kaşifler: Ferdinand Magellan, Kristof
Kolomb, Vasco De Gama, Bartolomeu Diaz ve Pedro Alvarez Cabral (böyle sayınca
bir başka Portekiz çetesi gibi duruyorlar, değil mi?) Sonra efendim, Londra’da içinden yağmur
ve sis geçen şarkılar dinledim. Paris’te Edith Piaf, bohemyanizm, ve tabii ki
Eiffel Kulesi vardı. Budapeşte’de ise Mohaç Savaşı, Macar Gulaşı ve nefis Macar
şarkıları…

Yine internetten edindiğimiz bilgilere göre, Laterna kolu çevrildiğinde daha önce programladığınız şarkıları sırayla çalan bir tür org, bir sokak çalgısı. Yüzyılın
başında eğlendirmiş insanları Laterna, o günün kapalı dünyasında onların ruhunu
‘gidemedikleri coğrafyalara’ götürmüş. Ama işte, 1940’larda gramofonun
gelişiyle, o gitmiş.
O gün Laterna programının benim yolumu oldukça kısalttığını söyleyebilirim. Denizli’ye vardığımda
İstanbul’a gelmiştim. İftara bir saat vardı ve şehir, bir saat sonraki
sessizliğine kadar sürecek olan telaşına çoktan kapılmıştı. Eğer yaşadığınız
şehre iftar vakti şöyle ‘bir tepeden’ baktıysanız, benzersiz bir sessizliğin
birkaç dakika içinde şehri bir uçtan ötekine usul usul geçtiğini gözlerinizle
görmüşsünüzdür. Ben Denizli’ye vardığımda, işte bu sessizlik öncesi telaşta, kırmızı
ışıkta birbirlerine huysuzca sokulan arabaların arasında beklerken, Laterna
mikrofonlarına daha birkaç gün önce hayata veda eden Müşfik Kenter geçmişti. Yolun sonunda Orhan
Veli’nin İstanbul Türküsü adlı şiirini üstadın eşsiz sesinden dinledim. Az
sonra mahalleye girdim ve 'tekerleklerin ucuna basarak' ilerleyip arabamı evin önüne park ettim. Herkes alt kattaydı , içerde bir gürültüdür gidiyordu. Sesler açık pencereden dışarı taşıyordu. Nefesimi tutarak kapıya yaklaştım. Geldiğimden hiç kimsenin haberi yoktu; beni aslında ertesi gün bekliyorlardı ve o dakika Aras annesiyle ‘ben birisini özledim, bil
bakalım kim?’ oyununu oynuyordu!