Yeraltından Notlar'ı uzun yıllar önce okumaya çalışmış, becerememiştim. Bir iki yıl önce Zeki Demirkubuz'un Ankara sokaklarında Dostoyevski'nin bu ünlü romanını günümüz Türkiyesine uyarladığı bir film çekmeye başladığını duyunca kitabı yine bir umut elime aldım. Bu sefer büyümüştüm ve artık en klasiğinden tüm kitapları su gibi okuyabilirdim! Nafile! Ertesi gün kitabı raftaki yerine geri koyduğumda sadece ilk dört bölümünü okuyabilmiştim ve durumum, Woody Allen'in 'Olay Rusya'da geçiyor' esprisinden de kötüydü. Çünkü görebildiğim kadarıyla bu yerin altında herhangi bir olay geçmiyordu! Filmin çıkmasına yakın tarihlerde kitabı elinden düşürmeyen ve arada altını çizdiği yerleri bizimle paylaşmayı ihmal etmeyen Lütfiye, belki önce ikinci bölümü okursam konunun içine daha iyi girebileceğimi söyledi. İlk başta bunun bir faydasının olacağından emin olamadım ama gene de Lütfiye'nin tavsiyesine uydum. Sonuç: İkinci bölümü önce okuyunca ilk kısımlar da anlamlandı ve böylece sevdiğim kitaplara bir yenisi daha eklenmiş oldu.
Bence güçlü bir kitap siz başka işler yaparken de (kırmızı ışıkta beklerken, pazarda alışveriş yaparken, veya komşunuzla apartmanın sorunlarını konuşurken) karakterlerini veya hikayesini size düşündüren kitaptır. Edebiyatın en önemli özelliği, yine bence, başkalarının acısını ve sevincini -ama daha çok acısını- içimizde duyurmasıdır. Bu aynı zamanda insanın kendini tanımasının da bir yoludur. Zeki Demirkubuz'un bir röportajında 'Her cümlesinden bir film olur' dediği ve yıllardır sinemaya aktarmak istediği Yeraltından Notlar'da yalnız, dışlanmıştan çok dünyayı dışlamış görünen ve kayıtsız bir acıyla yaşayan bir karakterin hikayesini okuruz. Demirkubuz işte bu acının filmini çekmiş. Atari salonunda Adu Cat oynayan adamı vur,vur! diye tempo tutarak seyreden ve gidip gidip camdan şehrin karanlığına bakan, sonra çaresizçe tekrar makinenin başına dönen Muharrem kendine nasıl bir hayat arıyor! Engin Günaydın çok başarılı ve onun yerine herhalde başkası olmazdı, dedirtiyor. Başlardaki dolmuşta geçen müzikal sahne sizi filmin içine alıveriyor. Aynı zamanda filmin senaristi olan yönetmen, kitabın en etkili yerlerinden olan yemek sahnesine de özel önem vermiş ve oraya aynı oranda sahici konuşmalar koymuş. Ne var ki bu serbest uyarlamada Demirkubuz, kitaptaki 'Öfke bile duyamıyorum!' diyen kahramanın yerine / karşısına, mesela komşusuna kızdığında -ayakları çok yere basmasa da- bir cinayet planı yapabilen birini koymayı tercih etmiş.
Dostoyevski'nin kahramanı 'Düşüncelerle herşeyi açıklamak ne mümkün' der; biz de filmi izlerken Muharrem'i düşüncelerimizle değil hislerimizle anlarız. Kitapta kahramanımız hergün köprü üstünde bir subayla karşılaşır. Üstüne üstüne yürüdüğü için her defasında yol verdiği bu kibirli subayın kendi üzerinde atomize bir iktidar kurduğunu düşünen kahraman ona kafayı takar. Ve karar verir : İntikamı, günler öncesinden planlar yapıp bir sonraki karşılaşmalarında subayı görünce ne olursa olsun yana kaymamak ve onu yol vermeye zorlamak şeklinde olacaktır! Sadece güçlü politik iktidarlara değil bu tip atomize iktidar kurma çabalarına her Allah'ın günü (kırmızı ışıkta beklerken, pazarda alışveriş yaparken, komşusuyla apartmanının sorunlarını konuşurken) muhatap olan günümüz insanı da çareyi başkalarına da aynı şekilde davranmakta bulmakta değil midir?
Kendi payıma, kitapta bence en üstüne düşülesi argüman olan 'Kolay elde edilmiş mutluluk mu, yoksa insanı yücelten acı mı daha iyidir' sorusunun filmde daha çok işlenmesini isterdim. Bu sorunun cevabından çok insana bu soruyu sorduran koşullar üstünde duran bir film bize çok şey anlatabilir. Belki de Demirkubuz'un dediği gibi kitabın bu cümlesi / sorusu tamamen başka bir filme 'gider.'
Kendi payıma, kitapta bence en üstüne düşülesi argüman olan 'Kolay elde edilmiş mutluluk mu, yoksa insanı yücelten acı mı daha iyidir' sorusunun filmde daha çok işlenmesini isterdim. Bu sorunun cevabından çok insana bu soruyu sorduran koşullar üstünde duran bir film bize çok şey anlatabilir. Belki de Demirkubuz'un dediği gibi kitabın bu cümlesi / sorusu tamamen başka bir filme 'gider.'
.jpg)
Bu yazının sonuna da bir şiir yerine bir soru / çağrı koyalım 'uyarına gelirse': Zeki Bey, sizce bir film de Masumiyet'in tam bittiği yerde, Yusuf' ve Çilem'in sonraki hikayesinde saklı olamaz mı? Ne de olsa, dış dünyaya uyum sağlayamayacağı için kalan ömrüne hapiste devam etmek isteyen Yusuf da bir Yeraltı karakteri sayılamaz mı?