Ocak ayının soğuk akşamları. Aras’ın babaannesinde
kaldığı günler. Mehmet Ali Birand birkaç gün önce vefat etmiş ve
televizyonlarda her akşam Birand konuşuluyor. Onun televizyon gazeteciliğine
katkıları, getirdiği yenilikler anlatılıyor. Aras dayanamayıp soruyor: “Babaanne,
bu adam kim?” “O bir televizyoncu, oğlum” diyor annem. “Geçen gün öldü ya, onun
hakkında konuşuyorlar” Annemim anlatışı, Aras dudak büküyor bu yanıta ve “Keşke
arka sokaklar ölseydi” diyor! “Kim, kim?” diyor annem şaşkınlıkla.
Gerçek, annemin Nilay’la yaptığı telefon
konuşmasında ortaya çıkıyor. “Arka sokaklar dememiştir o anne,” diye açıklıyor
Nilay: “Aykırı Sorular demiştir.”
Aras’ın artikülâsyonunda l’ler
kısmen, r’lerse oldukça sorunlu. Bu,
onun konuşmasını çoğu zaman komik, kimi zaman da anlaşılmaz kılıyor. Ve dahası,
Aras altta fotoğrafını gördüğünüz Enver Aysever’in adını nicedir Aykırı Sorular diye biliyor!
‘Televizyona methiye’ Elmanın İçi’ni yakından takip edenler için biraz uzak bir yazı
konusu gibi görünebilir ama merak etmesinler; biz bu mevzuyu da edebiyata
bağlamayı biliriz! Aykırı Sorular son
dönemde öne çıkan televizyon ‘iş’lerinden biri ve gerçekten de Enver Aysever’in
yüzü geçen kış ve yazın büyük bölümünde -Aras’ı bezdirecek kadar- çok göründü
bizim evde. (Saat 20.45 Aykırı Sorular saatindeyiz!) Kanallarımızın hali,
malum! Aynı şeyi düşünen ve onu benzer bir hararetle savunan dört kişinin yan
yana oturup birbirini ağırladığı programların çoğaldığı bir ortamda farklı soruların
net bir şekilde sorulduğu bir programın olması hoşuma gidiyor. Konuğunun
karşısında Enver Aysever, ideal bir televizyoncunun yapacağı gibi, sıklıkla
‘Şeytanın Avukatı’ pozisyonunu alıyor (Aysever’in bunu zaman zaman konuğuna ve
izleyicisine hatırlatmak zorunda kalması ne acı!) ve bu durum konuyu açıyor,
gerekli diyalog gerilimini sağlıyor. Gelen konuk bir mevzuda “Şöyle diyorlar,
böyle söyleniyor” dedi mi Aysever’in “Kim onlar, bunu kim söylüyor?” diye tak
tak sormasını seviyorum. Soru ve cevapların -sıkı bir tenis maçındaki
rallilerde olduğu gibi- hızlı hızlı gidip gelmesi sohbetin sarkmasını engelliyor.
Enver Aysever tiyatro kökenli, sosyoloji
diplomalı, CHP’de aktif politika yapmış bir edebiyatçı ve sezdiğim kadarıyla,
kendini en çok yazar olarak tanımlamayı seviyor ve roman sanatına özel bir
anlam yüklüyor. Bu geniş spektrum gelen konuklara sorulan soruların ve genel
olarak sohbetin niteliğini de arttırıyor. Bu bağlamda, Aysever, Rıza Çalımbay’la
da çok akıcı bir sohbet gerçekleştiriyor, Hilmi Yavuz’la da. Aynı dalga boyunda
bir ses yakalaması Hilal Kaplan’la* da mümkün
olabiliyor, Binnur Kalkavan’la da. Ve programda, yaşadıkları mahallede dışlanan
‘trans bireyler’ de seslerini duyurabiliyor; tercihleri sebebiyle mesleğinden
atılan kişiler de.
Bunu ben demiyorum; programın netliğini zaman zaman katılan konuklar da teslim ediyor: Mesela,
İhsan Eliaçık “En azından burada laptop
yok, ne o öyle kardeşim adam senin yüzüne bakmıyor” şeklinde katıldığı
diğer programlardan yakınırken, Salih Tuna “Çoğu
zaman konuklar soruları yakar, sen buna izin vermiyorsun” derken, Atilla
Kıyat “Eskiden hamama giren terler
derlerdi, şimdiyse…’ diye programı överken ve Aysever’in bir cumartesi
gecesi Cem Özer’e sorduğu bir soruya (bu
tip programlarda konuk mu önemli, host mu?), birkaç akşam sonra Ahmet Vefik
Alp dolaylı olarak yanıt verirken (Enver
bey, sizi tebrik ederim, herkes böyle sorular sormuyor!) Sezar’ın hakkını Sezar’a veriyorlar. Ve takdir edersiniz
ki bu ülkemizde pek sık gördüğümüz bir şey değil.
Programı pek beğeniyoruz, bu anlaşıldı. Şimdi,
dost bunu da söyler, diyerek eleştirilerimizi sıralayalım: Seçilen sorular;
bazen -anlaşılır nedenlerle- hiç de aykırı olmayabiliyor (Bülent Arınç
programı); bazen de tam tersi, ‘gereksizce’ aykırı olabiliyor (Seyfi Dursunoğlu’na
Zeki Müren soruları). Kimi zaman da sorularımız dikkat çekici derecede manipülatif
(İlber Ortaylı’ya üst üste Orhan Pamuk soruları) bir görünüm arz edebiliyor
veya programın felsefesine pek de uygun düşmeyebiliyor (Nihat Doğan’a felsefe
soruları!) Ama tüm bunlar haftanın 5 günü program yapan bir televizyoncuda hoş
görülecek kusurcuklar kanımca, özelikle de televizyonlarımızdaki çorak ortam
düşünülünce.
Enver Aysever'in bir özelliği de sohbet esnasında o güne
ait bir gazete haberine gönderme yapmak gerektiğinde o haberi yapan muhabirin
ve gazetesinin adını özellikle söylemesi. Güzel bir şey bu, çünkü
Türkiye'yi 'emeğe saygı karnesi' parlak olan ülkeler arasında
sayamayacağımız gün gibi ortada.
Yazının başında konuyu bir şekilde edebiyata
bağlayacağımıza söz vermiş idik ve aslında bunu başlığımız vasıtasıyla kısmen
de yapmış idik. Şimdi: Enver Aysever’in geçen yazın başında edebiyat üzerine
yazdığı yazıları topladığı iki kitabı çıktı, ki isimleri ve dahi kitapların
kapak resimleri aşağıdaki gibidir:
*Bir
akşam bir ‘twitter tanıdığım’ “E.Aysever,
tokalaşacak mı bakalım, diyerek Hilal Kaplan’a elini uzattı, çok ucuz numaralar
bunlar” mealinde bir tweet attı. Ben de,
üzerime çok da vazifeymiş gibi, “Programı her akşam izleseydiniz o elin
herkese uzatıldığını görürdünüz” dedim.
Genelde son reklamdan sonra kanal değiştiriyormuş bu tanıdık. Uyarımdan sonra
bu bölümleri internetten izlemiş ve haklı olduğumu görmüş. Çıkan sonuçlar: Bir; bütünü görmeden bir yargıya varmamalı. İki; Twitter o kadar da ‘baş belası’ bir
şey değilmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder