Size romanın konusunu anlatmayayım;
karakterlerinden bahsedeyim biraz, zira burası Hindistan, dünyanın ikinci en
kalabalık ülkesi ve –Marquez’in Maconda’sındaki kadar olmasa da- kalabalık bir
ailenin öyküsü bu. Arundhati Roy’un 1997 Booker ödüllü kitabı Küçük Şeylerin Tanrısı, sakin ve gizemli
bir şekilde ilerleyen bir roman. Roy’un sarsıcı ve lezzetli bir anlatım dili
var. Anlattığı aile Ayemenem adında küçük bir yerde yaşıyor. Orta ölçekte bir
fabrikaları, büyük ölçekte sorunları var. Ve evet, aile kalabalık, ama herkes bir
diğerinin neresinin acıyacağını iyi biliyor:
Bebek Kochama, mesela, bir bebek değil; koca bir
kadın. Estha ve Rahel’in büyük halaları, ikizlerin yani. Onların çocukluğunda geçiyor
olay, ama yıllar sonradan sesleniyor yazar bize, ikisi de artık büyümüşken ve
ayrı yaşamlar sürerken. Sophie Mol ikizlerin kuzeni, İngiltere’de annesiyle
yaşıyor. Şimdi, gelişmelerin neticesinde Sophie Mol’un öldüğünü söylemem, yazar
bunu daha kitabın başında zaten yaptığı için, sorun olmayacaktır. Zaten Küçük Şeylerin Tanrısı’nın farkı da burada: Roman on yıllara yayılan esrarlı bir
öyküye ve yerinde geri dönüşlerle sizi sarmalayan bir kurguya sahip:
Pratik açıdan, her şeyin Sophie Mol'un Ayemenem’e geldiği gün başladığı
da söylenebilir. Belki her şeyin bir günde değişebileceği de doğrudur. Bir kaç
saatin, koca bir ömrün gidişini etkileyebileceği. Böyle olunca da o birkaç
saat, yanan bir evden arta kalan şeyler gibi - kömürleşmiş saat, alevlerin
yaladığı fotoğraf, kavrulmuş mobilyalar- yıkıntıların arasından kurtarılıp
incelenmelidir. Korunmalıdır. Açıklanmalıdır… Yine de, her şeyin Sophie Mol'un
Ayemenem’e geldiği gün başladığını söylemek, bakış açılarından yalnızca bir
tanesidir.
Papachi derler, çocukların büyükbabası
ve Mamachi, anneanne. İkisinin de
hayatları ayrı bir roman olur, hele Ammu’nun başına gelenlerden sonra. Evin
kızıdır Ammu, ikizlerin annesi ve hikâyenin çıkış noktası onun yaşadıklarıdır.
Arka kapaktaki tanıtım yazısında bahsedilen ‘sonu olmayan’ aşkta ‘küçük
şeylerle’ yetinmek zorundadır. Çünkü ‘kimin, ne kadar sevileceğini belirleyen
yasalar’ vardır dünyada... Ve ne nasıl sevileceğini. Ammu çiğnemiştir bu
yasaları.
Ve Velutha. Bir Paravan. Yani,
Dokunulmazlardan. Bu dünyada ait olduğu yer en alt ka(s)ttır. E, burası
Hindistan, dünyanın ikinci en kalabalık ülkesi, ve bilirsiniz, bir yerde sayısı
artarsa insanların sınıflara koyarlar birbirlerini hemen, ayırırlar. Pek maharetlidir bunda insan.
Mammachi Esta ile Rahel’e, genç kızlığında, Paravanların ellerinde bir
süpürgeyle geri geri sürünmelerinin ve kendi ayak izlerini silmelerinin
istendiği günler olduğunu hatırladığını anlattı; bunun nedeni Brahmanların ya
da Süryanilerin yanlışlıkla bu ayak izlerine basıp kendilerini
pisletmemeleriydi. Mammachi’nin gençliğinde öteki Dokunulmazlar
gibi Paravanların da halka açık yerlerde yürümelerine, belden yukarısını
örtmelerine, şemsiye taşımalarına izin verilmezdi.
Sonra Chacko var. İkizlerin dayısı ve
Sophie Mol’un babası. İngiltere’de Oxford’da okuyor sonra gelip babasının fabrikasının başına geçiyor: Cennet Turşuları. Pek de iyi işletemediği bu fabrikanın patronluğu
ile Marksist düşünce arasında sıkışmış kalmış. Bir yıl sürüyor Margaret’la
evliliği. Bebeği henüz yaşına varmadan ayrılıyorlar. Arundathi Roy, Chacku’nun boşanma öncesi bir gece kızını uyurken seyredişini ve yüz hatlarını ezberine almaya
çalışmasını çok güzel anlatıyor. Benim
son olarak alıntı yapacağım kısım bu değil ama; Anglofillikle ilgili olan bölüm
( Anglofil: İngilizlere meyilli, hayran):
Chacko çocuklara, kendisi bundan ne kadar nefret etse de, hepsinin de
Anglofil olduğunu açıkladı. Anglofillerden oluşan bir aileydiler. Yanlış yöne
götürülmüşler, kendi tarihlerinin dışında kapana kısılmışlardı; ayak izleri
silindiğinden onları izleyip geriye dönemiyorlardı. Çocuklara, Tarih’in gecenin
içindeki eski bir ev gibi olduğunu söyledi. Bütün ışıkları yanan. İçinde
ataların fısıldaştığı.
Ne zamandır iyi bir roman okumadım,
diyorsanız eğer…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder