Kitaba kütüphanede denk geldi. Geç
olsun da güç olmasın, diyerek onu da diğerlerinin arasına kattı. Her bir kitabın
sırtını makineye tuttu, sırayla hepsini boydan boya kırmızı ışığa kestirip
kütüphaneden dışarı uğradı. Gece yatmadan bir iki sayfa çevirdi; mavi bir
otobüsün içinde uzak bir köye girdi. Otobüsü köye getiren Huvat başka bir zaman
bir radyoyla çıkıp geldi, sonra daha başka bir zaman daha başka bir şey getirdi,
köydeki herkesin yüreği ağzına fırladı. Roman Huvat’ın, karısı Atiye’nin,
onların çocuklarının ve gelinlerinin ve damatlarının başından geçenlerin
etrafında döndü, durdu. Bir baştangeçen
bitti öbürü başladı. Kitap birden fazla hikayeyi getirip, götürdü. Hiçbir
hikaye / baştangeçten “ne oluyoruz” demedi, yaşandı, yaşandı. Yaşandıkça
yazıldı, anlatıldı.
Türk edebiyatındaki özgün yerini çoktan almış olan
Sevgili Arsız Ölüm’ün yazarının arka kapağa kitapla ilgili olarak yazdığı bile
( benim elimdeki Adam Yayınları 1983 baskısı) romanın içindeki dilin /anlatımın
kuvvetini bize hissettirmeye yetiyor. Latife Tekin arka kapak için, çoğu zaman yapıldığı
gibi genel geçer övücü bir tanıtım yazısına razı olmamış, çocukluğunun bu
romana nasıl bir çıkış noktası oluşturduğunu anlatan çok kısa ama çarpıcı bir
metin yazmış. Bu yazı, romanda anlatılanların bir parçası, tamamlayıcısı omuş
sanki.
Genel kabule göre ‘konu’nun bir sanat
yapıtında en az önemli şey olduğunu hatırlatıp romanın ne anlattığına bakarsak:
Köyden göçmüş kalabalık bir aile büyük şehirde tutunmaya çalışmaktadır. Bu
esnada işsizlik, büyüyen çocukların büyüyen sorunları, şehir hayatının
zorlukları Huvat’la Atiye ’nin
belini bükmektedir. Sevgili Arsız Ölüm’ü farklı kılan şeyin bu çok bildik konusu
değil kullandığı anlatım tekniği olduğunu artık sağır sultan bile biliyor. Şehirde
işsiz kalınca yeşil kitaplara saran baba, aynaya bakıp bakıp 'ben aslında mühendis
olmalıymışım' diyen işsiz büyük oğlan, kuşçu olmaya kafasını takıp evi sakalarla
dolduran küçük oğlan, kuşkuotlarıyla dertleşen kız, kendisi hep hastalıklı olup
ailesini diri tutmak için neler neler yapmayan anne ve dahası. Gerçeküstü
öğeler, az bilinen ilginç deyimler –ki belki de zaten yoktular!-, güldürücü
yakıştırmalarla bezeli romanın akıcılığını (ironik bir biçimde) nerdeyse
tamamında aynı zaman kipini (yaptı, uğradı, duyurdu vb) kullanmış olmasından
alıyor olması başlı başına bir başarı değil midir?
Dergilerde ve gazetelerin kitap eklerinde bir romanı veya
bir öykü kitabını tanıtan / eleştiren yazıların bazen o kitaptan hiçbir alıntı
yapmıyor olmalarını yadırgadığımı belirterek aşağıya Sevgili Arsız Ölüm’den bir
paragraf alıyorum:
Dirmit başını cama
dayayıp sessizce tulumbanın kuyruğunu sallamasını, ağzını aya dikip ulumasını
seyretti. Seyrede seyrede yüreği taştı. Usulca kalkıp bahçeye indi. Tulumbanın
başını başına dayadı. Onlar ağlarken ay tarlaların üstüne düşüp parçalandı,
yıldızlar söndü.
Bahsettiğim arka kapak yazısında "Yedi kardeşin arasından titrek bir gölge gibi sıyrılıp liseyi bitirdim' diyen Latife Tekin bu metnin sonunu şöyle bağlamış: “Keşke onu (bu romanı) daha soluk soluğa, daha parçalanmış bir
teknikle, daha erken yazabilseydim”
Geç olsun da güç olmasın, diyorum ben de.