Bir meslek
olarak futbol kaleciliği edebiyatın konusu olabilir mi? Bir kalecinin işini
yapış şekli yazınsal bir düzlemde ne kadar anlatılabilir? Edebiyata pek sıcak bakmayanlar,
bu sanatla aralarına koydukları mesafeyi açıklarken okudukları metinlerde
gördükleri zorlama sözcük oyunlarına, ağdalı cümlelere ve uzun betimlemelere
işaret ediyorlar. Doğrusu, edebiyat deyince ülkemizde pek çok kişinin aklına sadece
romantik günbatımı tasvirleri, içinde pek de anlam barındırmayan yorucu cümleler
ya da deriiin psikolojik tahliller geliyor ve dudaklar hemen bükülüyor. Belki
raflarda bu durumu haklı çıkaracak, bu kötü şöhretin (bana edebiyat yapma!) bir
şekilde sürmesini sağlayan pek çok
kitap olduğu da doğrudur. İyi ama gene de soralım: Yazı bundan mı ibarettir? Kapsamı
hep böyle dar, biçimi her zaman tekdüze?
Şimdi, tekrar
kaleye geçecek olursak: Vladimir Nabokov’un öykülerini romanlarından daha çok
severim ama onun ara sıra açıp karıştırdığım kitabı Konuş, Hafıza (Speak, Memory) adını verdiği otobiyografisidir. Nabokov’un
cümleleri kısa yoldan gitmeyi pek sevmez, ama, nasıl oluyorsa, bir karışıklık da yaratmaz bu durum;
aksine öyle fazlaca tekrara düşmeyen bir melodi içinde akarlar. Sanırım Dehşet isimli öyküsünde anlatıcının
hayranlık duyduğu kadını anlatırken kullandığı ‘gündelik berraklık’ ve ‘yumuşak
sadelik’ ifadelerini onun metinlerinin dokusunu anlatmak için de kullanabilirim.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım yapaylığı burada göremezsiniz. Bir Yazar’la karşı
karşıya olduğunuzu bilirsiniz. Konuş, Hafıza’da
benim pek sevdiğim, İngiltere’deki gençlik yıllarını anlattığı bölümde futbol kaleciliğini
bir kimlik gibi sunduğu paragraf şöyledir (İletişim Yay. Sf 264) :
Cambridge’te
oynadığım oyunlar arasında futbol, hayli karmaşık bir dönemin ortasındaki rüzgârlı
bir açıklık gibiydi. Kalede durmaya bayılıyordum. Rusya’da ve Latin ülkelerinde,
bu yiğitçe sanatın çevresinde her zaman büyülü bir hale olmuştur. Mesafeli,
yalnız, dingin, eşi menendi bulunmayan kaleci sokaklarda yürürken, küçük
çocuklar hayranlıkla onun ardı sıra giderler. Matadorlar ve savaş pilotları
kadar el üstünde tutulurlar. Süveteri, sivri şapkası, dizlikleri, şortunun arka
cebinden sarkan eldivenleri onu takımın geri kalanından ayırır. Kaleci yalnız
kartal, gizemlerin adamı, kalan son müdafaacıdır. Fotoğrafçılar onun gösterişli
şekilde dalışa geçerek, alçaktan yıldırım hızıyla gelen şutu parmak uçlarıyla
kale ağzından çıkarışını tespit etmek için bir dizleri üzerinde saygıyla
eğilirler; o başarıyla koruduğu kalesinin önünde boylu boyunca yere uzanmış
olarak bir anlığına beklerken, stadyumdan takdir dolu bir uğultu yükselir.
Her şeyin Yazı’nın konusu olabileceğini ve bu
konunun da akıcı, eğretilikten uzak ve lüzumsuzca şişirilmemiş bir dille
aktarılabileceğini gösteren, kendi içinde ‘tadı’ olan bir metin bu. Edebiyat
sanatına sıcak bakan bakmayan herkesin içini ısıtacak güçte!
Otobiyografisinin
ikinci cildini tamamlayamamış Nabokov, ömrü vefa etmemiş buna. Enis Batur’dan (yine
yazı yoluyla) öğrendiğimize göre çıksaymış, bu kitabın ismi de Speak On, Memory (Konuşmaya Devam Et,
Hafıza) olacakmış. Mantıklı ve muzip bir seçim. Tam Nabokovca. Ama ben şu yukarıdaki,
kaleciyle ilgili alıntıyı tekrar okuyunca ikinci cildin ismi The Show Must Go On da olabilirmiş, diye
düşünüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder