27 Eylül 2023 Çarşamba

                  KİTAPLAR ÇEVRELER

Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi

I.

Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı köşe yazısı yıllardır odamdaki panoda asılı. Kitap almak için yurtdışına gitmenin beklendiği zamanları ve bugün internetin sunduğu zenginlik karşısında düşülen şaşkınlığı konu edinen bu yazıya göre, kitap almak önüne geçilmesi mümkün olmayan bir tutkudur, belli bir noktadan sonra, satın alınan kitaplar masaların üstünde depremlerin okyanusun üzerine ittiği tepeler gibi yükselir. Yazıdaki şu soru aslında hepimizin (tüm kitapseverlerin) ortak derdine işaret eder: “Artık amazon.com var. İstediğim kitabı hemen ısmarlayabilirim. Ama ısmarlamalı mıyım?”

 

II.

Onun yazılarını biriktirerek okuyorum. İç politikayı çarpıcı gözlemler ve gayet özlü tahlillere işlemesi bu duayen gazeteciyi çorak medya dünyamızda oldukça farklı bir yere koyuyor. Kıbrıs’la ilgili yazılarını da -askerliğini Ada’da yapmış biri olarak- dikkatle takip ediyorum, anlamaya çalışıyorum. Ama ben Metin Münir’in en çok deneme türünde yazdığı, iç dünyasını dışarısıyla (gökyüzüyle, denizle, ormanla) buluşturduğu metinleri seviyorum. Bahçesindeki ağaçları, göçüp giden ve geri gelmeyen kuşları, denizin verdiği huzuru ya da, ne bileyim, ormanın sessizliğini anlattığı bu dingin yazılarda edebiyatın hasını buluyorum. Bazen yurtdışında çıkan yeni kitaplardan ya da oralarda yayınlanmış araştırmaların sonuçlarından hareketle alıyor kalemi eline; milletlerin mutluluk seviyeleri (ve bunun nedenleri), hafızanın kırılganlığı ya da insanın uyku düzeni gibi konular üzerine yazıyor. Sakin ve bilge bir üslupla. Hepsini hayranlıkla okuyorum.

 

III.

Bir yazının tohumunu atan şey çoğu zaman başka bir yazıdır. MM’nin bahsettiğim türdeki metinlerini okumak -diğer tüm sevdiğim yazarlarda olduğu gibi- bana da oturup bir yazıya başlama isteği veriyor. Kısacık bir köşe yazısı için neredeyse mucize kabilinden bir etki bu. Kafamda, düşüncemde cümleler kendiliğinden yürümeye başlıyor, neredeyse, kendilerini dayatıyorlar, diyeceğim. Bu tip yazılar benim anlatma iştahımı harekete geçiyor. Yazmak bulaşıcı bir hale geliyor.

IV.

Enis Batur bir yazısında günde yaklaşık yirmi köşe yazarı okuduğunu, bunların içinde devamlı takip ettiği yazarların sayısının ise iki olduğunu söylemişti (diğeri, A. Turan Alkan). Çok sevdiğim bir yazarın bir başka çok sevdiğim yazarı sevdiğini öğrenmek beni sevindirmişti. ‘Sokulgan’ okurlarının bildiği gibi, EB edebiyat bağlamında hısımlık ilişkilerine sıklıkla eğilir. Ona göre, yazınsal yakınlık kimi yazarları birleştiren bir şeydir. Bu yazarlar, biraz dert ettikleri konuların benzerliği, biraz da Yazı’ya bakış açılarındaki paralellik dolayısıyla bir tür aile ya da klan oluştururlar. Batur’unkiler, coğrafya ve çağ fark etmeksiniz, Alberto Manguel’den Petrarca’ya uzanan zengin bir hatta yer alır. Metin Münir de bu ailenin güncel kollarından birinde olsa gerektir.

 V.

Bir romanı ya da öykü kitabı yok Metin Münir’in, bildiğim kadarıyla. Peki bu, onun bir edebiyat adamı olmadığı anlamına gelir mi? Çoğu yazısı öykü veya deneme türünün –ya da ara bir türün- başarılı birer küçük örneği sayılamaz mı? Aslında eğilse, kısa kısa öykü’de çok sıkı yapıtlar verebileceğini düşünüyorum. Andığım yazılarda ben zaten böyle bir tat buluyorum ve bu yüzden, onlar hakkında bir yazı yazmak için bir kitapta bir araya gelmelerini beklemiyorum. Dolu Geldiğinde Bahçede, Örümcek Olarak Yaşamak ve son metinlerinden biri olan Bir Balkonda Üç Şişman Kadın gibi yazılar kanımca bu görüşümü destekler. Ya da, mesela, geçen yaz okuduğumuz Fotoğrafımı Çekiyorum O Halde Varım adlı metni, bir haber sitesinde çıkan alelade bir köşe yazısı olarak mı göreceğiz? Hiç sanmıyorum!

VI.

Zavallı Kalbimi Rahatlat’ aslında bir şarkı adı. Bahsi geçen kitap da Amerika’da Blues müziğinin ortaya çıkışını ve onun Afrika’ya dayanan köklerini anlatıyor. Metin Münir bize kitapla ilgili azıcık bilgi verip yazısını noktalıyor ve muhtemelen, sırada bekleyen, masasının üstünde biriken diğer kitaplardan birine geçiyor. Ne de olsa zaman az, kitap çok! 

Masamda oturuyorum ve çok uzak olmayan bir geçmişte ülkenin saygın gazeteleri arasında yer alan Milliyet’ten kesip panoma astığım yazıya bakıyorum. Zavallı Kalbimi Rahatlat, merak duygusu ve kitap sevgisi üzerine bir metin. Hem de, okuyacak zamanı kısıtlı olduğu halde, yeni kitaplar edinmekten kendini alamayanlar için bir teselli gibi.

Çünkü bu hoş yazı, “Kitap sadece okunmak için değildir. Güzel şeylerle çevrelenmek içindir,” diye bitiyor.

19 Ocak 2023 Perşembe

ÖDEVLERİN ŞAHSİLİĞİ

                        

Talk From Home bir fikrimi iyice pekiştirdi. Sistematik bir disiplin isteyen tüm beceri edinme süreçlerinde kişisel özelliklerin ve durumların yeri tartışılmaz. Kişinin ilgisi, konuya olan mesafesi ve süreç boyunca kendisine (ders) çalışmak için ayırdığı zamanı kullanış şekli belki düşündüğümüzden de büyük bir rol oynuyor. Bana öyle geliyor ki dil öğreniminde ödev konusuna da bu dikkatle yaklaşmak gerekiyor. Tabii ben burada İngilizceden bahsedeceğim.  Eğer önemli olan ilerlemek ve mesafe kaydetmekse, hazırladığımız ödevin onu sunduğumuz öğrencinin ihtiyaçlarına direkt hitap etmesi şart. Öğrenen kişinin tam o andaki dil düzeyi, yaşı, hafızasının etkinliği, geçmiş eğitim süreçleri ve hatta bunun sonucu olarak Türkçeyle kurduğu ilişki, tüm bunlar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Süreç içinde bu unsurların az biraz boşlanması bile, çoğu durumda, öğrencinin henüz hazır olmadığı bir ödevle karşı karşıya kalmasına yol açabiliyor. Bu bakımdan, diyelim, noun clause konusunda herhangi bir kitaptan alınan beş sayfalık bir ödev pek de amaca hizmet etmeyebiliyor. Öte yandan, verili bir kişi veya grup için hazırlanmış ve verili bir duruma göre düzenlemiş bir sayfalık compact bir çalışmanın çok daha etkili ve ilerleme sağlayıcı olduğu durumlara tanık oluyoruz. Burada, aşamaları sıraya koyma, materyal seçimi, çalışılan konuya dair yoğunluk ve doz ayarları gibi kıstaslar herkes için ayrı bir reçete gerektiriyor.

 

Hukuktaki ‘suçun şahsiliği’ ilkesini ben -biraz da şaka yollu- buraya uygulamak istiyorum ve her ödev herkese uymaz, uyamaz, demek istiyorum. Nasıl bir kişiye başkasının işlediği suçtan dolayı ve/veya ona nispeten bir ceza kesilemiyorsa, kesilmemeliyse, ortaya karışık bir ödev toplamı da öğrencinin asıl ihtiyacı ile örtüşmeyebiliyor. Deneyimlediğim ve anladığım kadarıyla, burada asıl ihtiyaç dediğimiz şey de sürekli yeniden şekillenen ve her ders sonu tazelenen dinamik bir sürecin içinde evriliyor, zamanla değişiyor.

 

Diğer branşlarda belki durum bu kadar çetrefil değil. Dil çok kişisel bir alan ve birden fazla bilişsel beceriyi devreye sokmayı gerektiriyor. Daha iyi konuşmak, daha güzel yazmak, daha etkili ifadeler kullanmak, daha hızlı anlamak ve net anlaşılmak… İngilizce dersi söz konusu olduğunda, bir konu başlığının dört beş ayrı seviyede (veya ara-seviyede) konuşulabildiğine çok tanık oldum. Bu yazıda kişisellik diyerek anlatmaya çalıştığım şeyde bu durum daha belirgin bir hale geliyor. Yani yüz kişi, yüz ayrı seviye demek!

 

Ödev bu anlamda yalnız yapılan bir eylem. Yalnız olmasa da ders dışı, ders sonrası diyelim. Bu işe az çok bulaşan herkes sürecin self-study kısmının ne kadar önemli olduğunu farketmiştir. Öğrenciye bir önceki derste verilenden ve ondan bir sonraki derste beklenenden çok daha fazla şey içermesi bir ödevin etkinliğini kırabilir. Ve az önce asıl ihtiyaç dediğim şeyin net tespiti de her zaman kolay olmaz. Bazen asıl ihtiyaç geri dönmektir.

 

Dediğim gibi, yabancı bir dil öğrenirken işin içine ana dildeki arızalar, sosyal hayattaki konumumuz, insan ilişkilerimiz, iletişim becerilerimiz, genel kültür düzeyi, hatta dünyada olup biteni izleme yoğunluğumuz ve bunu yapış biçimimiz gibi ölçütler de devreye giriyor. Bu son saydıklarımın akademik konular olmaktan çok yaşamla ilgili, human interest alanlar olduğu açık. Sosyal medyada zaman zaman gördüğümüz ‘İngilizce bir ders değildir’ başlıklı hesaplar da herhalde bu gerçeğe işaret ediyor. İşin self self-study kısmına dair içerik üretimi bu kişisel, yaşamsal ve psikolojik unsurları da hesaba katmak durumumda.

 

Suçun şahsiliği, ödevin şahsiliği… Ülkemizde birincisi her zaman tartışma konusu. Eğitimciler ikincisine çok kafa yoruyor mu, emin değilim. Tespit etmek zor, hatta imkânsız biliyorum, ama buna yönelik bir araştırma yapılsa, aslında ülkemizde okul döneminde ‘yanlış ödevlerden’ dolayı ne kadar zaman kaybedildiğini görmek üzücü sonuçlara yol açabilir.

Kısacası, bu akşam oturup İngilizce, İspanyolca ya da, ne bileyim, Çince çalışma planınız varsa ve ödev de yapmanız gerekiyorsa lütfen dikkat edin: Yanlış bir ödevle boğuşuyor olabilirsiniz!

27 Eylül 2022 Salı

DERBİYE DOĞRU


Aras küçükken ben de bir nebze fanatik taraftar kimliğindeydim. Beşiktaş mutlaka yenmeli, yedi-sekiz yaşlarındaki afacan uykuya mutlu gitmeliydi. Çünkü o yaşlar atılan tek bir golün dünyalara bedel olduğu yaşlardır. İşler kötüye gittiğinde tuttuğunuz futbol takımı için içten gözyaşları döker, üzülürsünüz ... Nitekim Aras, bir keresinde yüzüne çarpan sert bir toptan sonra uzun süre yerde kalan Fabri için hüngür hüngür ağlamıştı!

Bugünlerde Beşiktaş iyi sonuçlar almıyor. Ama eskisi kadar önemi yok. Zaman geçti ve Aras da oyun / skor dengesini görmeye, gözetmeye başladı. Takım kötü oynuyorsa zaten hiçbir şeyin tadı tuzu olmuyor. Stoperler topu bir türlü çıkaramadığında ya da hoca, gününde olmayan oyuncuyu (nedense) tespit edip oyundan çıkaramadığında ya da takım, dikine paslarla rakip kaleye gitmek yerine sürekli doldur boşalt yaptığı için koca maçtan geriye 2-3 dakikalık bir özet malzemesi bile çıkaramadığında, puan kaybı kaçınılmaz oluyor. Böyle durumlarda bu kez Aras beni teselli ediyor, buradan üç puan çıkmazdı zaten baba, diyerek…  

Ben de böylece Galeano'nun meşhur deyimiyle iyi futbol dilencisi olma kimliğime geri dönüyorum. Şimdi akan oyunda kim varsa ona bakıyorum. Yine Beşiktaşı tutuyorum, elbette takımımın yenmesini istiyorum ama göze hoş gelen, bana keyif veren futbolu kim oynuyorsa onu izliyorum, hayranlık ve gıptayla.  

Bunun yanında, Valêrien Hoca'yı beğendiğim pek söylenemez. On kişi kaldığımız Alanya maçında bizi ezik ve geride oynattığı 45 dakika için onu affetmem kolay olmayacak! Üstelik, adamın yaptığı oyuncu değişikliklerini en yaman yorumcular bile tahmin edemiyor. Takımın ilk maçlarda sergilediği kondisyon grafiği hep övüldü ama hamle veya oyunu okuma konusuna gelince zayıf kaldığı yönündeki görüşlere ben de katılıyorum. Ama bunların da bir önemi yok.

Bu hafta derbi haftası. İsmaêl ve Jorge Jesus ilk kez karşı karşıya gelecekler. İki kulübün tarihinde kim bilir kaçıncı kez iki yeni teknik adam birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışacak. Bu olası üstünlük taraftar nezdinde de hocanın yerini sağlamlaştıracak. Tüm bunlar işin güzel tarafı. Ben belki Veselinoviç ve Gordon Milne’den beri takip ediyorum bu işi. İsimler değişiyor ama rekabet on yıllardır sürüyor; yaklaşan maç bir çekim noktası, haftanın olayı olma özelliğini koruyor.

Hocayı beğenmiyorum, dedim ya -hani oyunu okuyamıyor falan- belki bu hafta Fenerbahçe karşısındaki performansı beni haksız çıkarır. Sırf böyle bir ihtimal için bile bu maçı izlemeye değer, derim ben.

9 Temmuz 2022 Cumartesi

ÇOCUKLUĞA VEDA YOK


 

Çocuk sahibi olmak hayatının bundan sonraki bölümünde kalbini bedeninin dışında taşımaktır. Nerden ve kimden okuduğumu hatırlamadığım bu cümleyi yıllar önce Arzu’ya söyledim. O zaman Kerem henüz karnındaydı. Ne kadar doğru bir söz, dedi Arzu; birkaç ay sonra onun hayatının bundan sonraki bölümü başlayacaktı. Aradan yıllar geçti ve benim de bu cümlenin pratik anlamını tecrübe edeceğim günler geldi. Tam olarak söylemem gerekirse, 9 Temmuz 2008’de.

Kalbini bedeninin dışında taşımak. Geçen gün havuza atlamalar esnasında normalden biraz daha şiddetli bir ses duyunca endişeyle kafamı çevirdim ve nedense seneler önce Arzu’ya söylediğim bu cümleyi hatırladım. Az ilerde Aras bir miktar havuz sefası sürüyordu ve bir problem yoktu. Kabul ediyorum, ben biraz pimpirikli babalardanım. Gerçi bu anlamda yalnız olduğumu düşünmüyorum; biz kalabalık bir türüz. Endişe, ebeveynlik okulunda zorunlu bir derstir.

Mükremin Çıtır o kadar kızdığı ve sürekli atıştığı kardeşi Lütfiye’ye aslında duyduğu derin sevgiyi anlatırken, senin parmağına kıymık batsa benimki kanar, demişti. Evlat söz konusu olduğunda durum daha beter tabii. Parmak kanasa iyi, kalbiniz de hırpalanıyor. Sürekli bedeninizin dışında olan kalbiniz.

Zamanın nasıl acımasızca hızlı geçtiğini anlamak için çocuklara bakın. Kendi çocuklarınıza, tanıdıklarınızınkilere. Dünkü çocuklar bir gün bambaşka bir insan olup çıkarlar ve siz de artık yaşlanmaya başladığınızı anlarsınız. Ben -size tuhaf gelecek ama- o günleri neredeyse hiç hatırlamıyorum. Fotoğraflar ve video kayıtları olmasa o acemi babalık deneyimini yaşadığıma belki inanmayacağım.

Yıllar önce berberdeki o zorlu tıraştan sonra elinde lolipopla otururken bana aniden, baba ben elmanın içiyim, sen elmanı kabıyısın, diyen çocuk bu sene liseye başlayacak! Bu durum beni çocuk sözcüğünün Türkçedeki kullanımları üzerine düşündürtüyor. Aras kaç yaşına gelirse gelsin Nilay’la ben ondan sıklıkla çocuk diye söz edeceğiz. Annemle babamın Bahar ve benden bahsederken, bunu çocuklara soralım ya da çocuklar gelince şunu yapalım, demeleri gibi.

Kerem ve Arzu şimdi İngiltere’de, tatildeler.

Mükremin ve Lütfiye hep aynı yaştalar.

Biz Sığacık’ta bir oteldeyiz. Havuza yakın bir yerde, elimde kitap, oturuyorum. Etraftaki seslere aldırmadığımda kitaptan birkaç sayfa okuyabiliyorum.


29 Haziran 2022 Çarşamba

GEÇMİŞ YAZLAR VE DİĞER TÜM MEVSİMLER

 

Doluluk, Geçmiş Yaz Defterleri’nde en çok vurgu yapılan temalardan; Sakız Garden’daki söyleşide de bu öne çıktı, yani oluş / eksik oluş / tamamlanma konuları üzerinde duruldu, ben de o kısımları ikinci kez okumadığım için biraz hayıflandım. Söz konusu bölümlerin Hilmi Yavuz şiirini anlamaya katkı yapacağı da söylendi aynı toplantıda. Ama ben -o gün konuklardan birinin ifade ettiği gibi- okumanın hazzına bu tip bilgilerden yoksun olarak varmanın da mümkün olduğunu düşünürüm. Yani bir şiiri daha iyi anlamam için dizelerinde Heidegger veya Sartre iz ve işaretlerini aramam gerekmemeli, demek istiyorum. Çoğu durumda, şiirde sözcük seçiminden ve onların dizilişinden alınan keyif yetmeli. Demek ki bu bağlamda ben ‘şiir bir şey anlatmaz’ tezine yakın duruyorum. Kolaya kaçtığım da iddia edilebilir tabii- itiraz edecek değilim!

Doluluk Yavuz’a göre yaşam deneyiminin tüm duyularla birden algılanabilir olması. “Yavuz’a göre” diyorum ya, burada bir rehber ya da kılavuz(!) eşliğinde bir okuma yapıyor değilim. Anladığım şu: Tüm duyuların aynı anda işlev halinde olması her zaman mümkün olmadığına göre yaşam her daim bir tür eksil-oluş’la malul olmak durumunda. Şair işte burada şiiri devreye sokuyor. Bu eksikliği gideren, yaşam deneyimini tamamlayan şeyin imge olduğunu söylüyor. Ben bunu biraz daha genel çerçevede edebiyat olarak algılıyorum.

İmgelem ve şiir anımsamaya yardım ediyor, dolayısıyla geçmiş yazlar ve geçip giden tüm mevsimler biraz daha yakına geliyor.  

Zaman halkanın tamam olmasıdır. Yaşamın doluluğudur. Onun için yaşanan ne varsa, önemli önemsiz, öze ilişkin ya da ilineksel, yitip gitmesini, silinip gitmesini önlemenin yolu, geçmişi, hadi o benzetmeyi (eğretilemeyi) sürdürelim, sürekli anımsamaktır, anımsamanın anımsanmasıdır. Böylelikle ancak, en dıştaki büyük halkada şimdi içeri doğru küçülen öteki halkalara (yakın geçmiş: uzak geçmiş) dönebiliriz.

 

Kağıtlar Bir Çarmıh, Sözcükler Gövdeymiş Gibi… 

Bir yazı insanının temel kaynağı belleğidir, anımsamak da onun başlıca edimi. Yazar hatırlayan kişidir. Bu bakımdan sanırım bir edebiyatçının ulaşabileceği Doluluk duygusu yine Yazı yoluyla olmalıdır: Hilmi Yavuz bunu yapmaktadır zaten, Her günü bütün ayrıntılarıyla Yazıya dönüştürüyorum, diyerek. Yavuz bazen defterindeki sayfaları karıştırıp on yıl önce bugün, bu öğleden sonra neler yaptığına bakar- sonra belki daha geriye doğru hareket eder, ya da belki bir parça bugüne doğru salınır yoksa içe içe geçen halkalar bunlar mıdır?

Yavuz’un anlatımında şiir, şiirsellik elbette hissediliyor; vurucu imgeler ve çarpıcı tanımlamalar var kitapta (bkz: ilk ara başlık). Ama Defterler sonuçta bir günce, ben de iyi düzyazı peşindeyim ve aradığım şeyi daha ilk birkaç satırda buluyorum:

Bu sabah yatakta yarı uyanır yarı uyanık, buralara ilişkin, belki buralara özgü demek daha doğru, bir tuhaflığın ayırdına vardım bir kez daha. Odamın kapısı sımsıkı kapalıydı, bundan emindim; ama sanki içeride birileri varmış gibi geldi. Sonra anımsadım ki, bu, Bodrumda hep böyle olagelmiştir.

 

Gizem Üreten Kadınlar

Geçmiş Yaz Defterleri’nde cinsellik de öne çıkan temalardan biri. Bir düşünce adamını belli bir boyuta indirgemeye eğilimli okurlar için biraz şaşırtıcı bir durum olabilir. Hilmi Yavuz muhafazakâr çevrelerle yakınlığı ile (de) bilinen, İslam Felsefesi üzerine dersler vermiş bir aydın (İslamın Zihin Tarihi bu derslerden oluşuyor ve ben neredeyse tamamını altını çizerek okuduğum bu kitabı imzaya gittiğim gün yanıma almayı nedense akıl edemedim!) Aslında bu şaşıranları da çok suçlayamıyorum; zira bir yazısında İbn-i Arabi’den ya da kutsal metinlerden alıntılar yapan ama sonraki sayfada kadın bedenine dair gizemli övgü satırları kaleme alan yazar portresi o kadar sık rastlanan bir durum değil! Bu bakımdan cinsellik ve kadın bedeni ile ilgili düşünceler günlüklerde ayrıksı bir yerde duruyor- belki de durmuyor, sonuçta Defterler insan-oluşun önemli bir boyutunu (daha) işliyor: Belirleyici yanı çok güçlü olan cinsel eylemle ilgili düşünceler de kâğıda dökülüyor- gerçek bir sanatçının yapması gerektiği gibi, içtenlikle ve rahatlıkla. Defterlerde, düşler, keşfedişler, tensel özlemler ara ara görünür oluyor. Ölüm ve yaşam nasıl görünür oluyorsa, öyle.

Nasıl oldu bu, ah ey Tanrım, odamda oturuyordum, akşamdı, yoksunlukla, duyumsuyordum tinimi, yaşlı ve eprimişti, unutmuştum çoktan, dirimsizdim, akşamdı evet, kapım çalındı, görünen sonyaz sonu giyimliydi, elinde bir mektup vardı.

Uzattı mektubu. Dönüp gidiyordu ki, beklemesini söyledim. Olasılıkla, şiirlerini ya da öykülerini, onları getirmiştir, utangaç biri diye düşünmüş olmalıyım, yanıt istemiyor muydu, sonyaz sonu giyimliydi, çelimsiz görünüyordu, hayır, istemiyordu.

Ah, kadınların gizem üretmeleri ne kolaydır…

 

Defterler’de Yavuz’un çocukluğuna, Siirt’e ve annesine dair yazdığı bölümler nefis. Ara ara gelen bu Proust’vari pasajlar Defterler’deki felsefi ağırlığı dengeliyor ve belki de tamamlıyor.

Öyle görünüyor ki Hilmi Yavuz'un yaşamını, bu yaşamın doluluğunu iki sözcük belirliyor. Onun hayatında Yaz ve Yazı başat karakterler. Defterler hem yaz mevsimine bir övgü, hem de geçip giden yazlara bir ağıt. Aradaki köprü Yazı’yla kuruluyor; yazı, halkalar arasında bir bağlantı oluyor.

Çöl Şiirlerinden birinde kalbim kağıtlarla dolu, diyordum. Bomboş kağıtlar! Ama, Cemil Meriç’in Jurnal’inde dediği gibi, sözcüklerle de doluydu kalbim… Ve kağıtlar bir çarmıh, sözcükler gövdeymiş gibi duruyorlardı. Ve ben “Ecce Verba! İşte Söz, İşte Söz!” diye bağırıyordum. (Bir düşten)

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...