21 Haziran 2020 Pazar

TÜRKÇE RÜYA


hep endişelenirdim
erken gidecek diye
yani öyle küçükken falan değil sadece 
             -ki o çok normal-

büyüyünce de 
mesela üniversitedeyken
hatta çakı gibi bir askerken bile
koyu bir korkuydu duyduğum
baba kaybı üzerine



lisede staja, uzaklara gittiğim bir gün
hiç unutmam
iznik’te kalkmasını beklerken bir J9’un 
burnuma geldi kazağının kokusu
sarıldım hayaline 

hadi orda da küçüktüm diyelim
ama ben, şimdi, yani bugün,
böyle kazık kadar bir adamken bile
hep bir ihtiyaç duyarım sanki babama
türk halkı gibi aynı

bir gün bahadır da aynı şeyi söyleyince
         en son ne zaman ağladınız’ı konuşuyorduk
         why do people crymevzu  bahsinde 
erkekler ağlar mı hiç gibisinden,
bir soru çıkardıydım cebimden
sırf sınıfı fış fışlamak için, 
öğlene yaklaşan bir saatti,
hala uyku akan gözlere tuttuydum soruyu, 
bahadır “daha bu sabah ağladım ben” dedi, 
“babamı gördüm rüyamda. ölmüştü.
ne yapayım, tutamadım kendimi.”

sınıf toparlandı biraz, herkes oturduğu yerde doğruldu
boğazlar temizlendi
uykuyu kovmuştuk oradan
ve bir an için yaşadı herkes o kadim endişeyi 
girdik bahadır’ın türkçe rüyasına 
o ders unuttuk İngilizceyi

5 Nisan 2020 Pazar

 

EVDE,
HEP EVDE



I. Hafta sonu telefonunuz çalar. Kahvaltıdan yeni kalkmışsınızdır. “N’apalım,” dersiniz karşı tarafta hatırınızı soran kişiye, “Evdeyiz işte, oturuyoruz.” O gün, haftanın yorgunluğu ile bir süre evde dinlenmeyi ya da şöyle çıkıp bir temiz hava almayı kurmuşsunuzdur kafanızda. Evde olmak kazanılmış bir haktır eninde sonunda, bir anlamı vardır ve kesinkes bir ayrıcalıktır. Ama okullar kapandığından beri durum biraz değişti, öyle değil mi? Artık -tabii şanslı olanlarımız için- yeni bir yaşama düzeni var. Evde olma hali hafta sonu ile sınırlı değil şu an.






II. Şimdi üç haftadan fazla zaman geçti ama çok öyle yılgın sıkıntı nöbetlerine girmedik henüz. Aras sabahları EBA TV’deki dersleri izliyor. Öğleden sonra okuldaki online programa bağlanıyorlar.

Altın Küre boşluğu iyi doldurdu doğrusu; içinde bulunduğumuz şartlar göz önüne alındığında günlerin oldukça verimli geçtiğini söyleyebilirim. Her gün üç ders yapıyorlar, arada denemeler çözülüyor, öğleden sonraları böyle geçiyor. Üstelik Büşra Hoca etkisi uzaktan (eğitimde) bile kendini göstermeye devam ediyor. Kazandığı bu displinle Aras 16.30 sonrasında ödev yapmaya koyuluyor, tıpkı okuldan eve geldiği günlerde olduğu gibi. Hal böyle olunca, bazı akşamlar Ipad oynama izni veriyoruz ona- şu dönemde bu keyfi Cuma-Cumartesi’ye sıkıştırmak olmazdı doğrusu.

III. 
Bu arada ne zamandır bekleyen kitaplara da el attık. Nihayet Demiryolu Çocukları’nı bitirdi - neredeyse iki yıldır bizimle Denizli-Sakarya arası taşınıp duruyordu kitap! 39 Steps’te biraz ilerledik. Onun dışında yatmadan önce Son Adanın Çocukları’nı okuyor sesli olarak, ben de orada oturup dinliyorum. Zülfü Livaneli eni konu bir sistem eleştirisi yapmış, ama üstü örtülü, diyeceğim. Söylemek istediği çok şey olduğu anlaşılıyor. Şu an bir yerde yazıyor mu, bilmiyorum ama bu konuma ulaşmış bir insanın neden daha açık sözlü, daha gür sesli olmadığını da pek anlamıyorum.

IV.
Tabii liglerin iptal edilmesi de önemli bir boşluk doğurdu. Özelikle Sergen’le beraber hafta sonları biraz daha sokulmuştuk yeşil sahalara. Akşam maç izleme fikri heyecan veriyordu. Futbol biraz böyle bir tutkudur, takımınız şampiyonluğa koşmasa da sizi heyecanlandırmayı ya da kızdırmayı becerir. An itibariyle, bu heyecandan mahrumuz ama futbolun hayatımızdan tamamen çıktığını da söyleyemem! Bu aralar eski maçların özetleriyle idare ediyor bizimki ya da sabah ben salona girdiğimde televizyonu açık buluyorum ve o esnada (diyelim) İtalya liginin (diyelim) 2012-2013 sezonunun en güzel golleri ekrandan akıyor oluyor. Mecburen oturup izliyorum…

V.
Fotoğrafı 16 Mart günü çekmişim. Okulsuz ilk Pazartesi. ‘Evde kal’ çağrıları henüz dolaşıma girmemiş. Hatta, şimdi düşünüyorum da, o günlerde tatilin üç haftayla sınırlı olduğunu sanıyorduk. Muhtemelen böyle düşünmemizi istemişlerdi. O gün biraz yürümüş, sonra rüzgarda üşüyerek dönmüştük. Arkasından birkaç gün bahçeye de çıkmıştı Aras. Ama şu an evdeyiz işte. Yapacak bir şey yok.

VI.
Edebiyat meraklıları bilir, EV imgesi Behçet Necatigil’in şiirinde özel bir yer tutar. Onun yapıtında bir dizi dize ayrılmıştır EV temasına. Şimdi konumuzla ve başlığımızla da ilgili olduğu için onlardan birini buraya alalım ve yazıyı öyle kapatalım:


EV VARSA

Varsa yoksa sokak
İnsan o yaşlarda
Gözü beni görmez olur
Gece gündüz dışarda

Yok kıl kadar değerim
Öyle olsun!
Ben beklerim
Kısa veya uzun

Oğullar uzaklaşır, kızlar uzaklaşır
Bir zaman için benden,
Oluruna bırak, gençtir, derim,
Hevesini alsın sokaklardan.

Bensiz olamazlar, dönerler
Çok denedim
Ben büyüğüm, affederim
Ben evim.

       BEHÇET NECATİGİL








16 Haziran 2018 Cumartesi

NORMAL OKUL


Aras’ın ilkokulu ile ilgili bir şikayetimi soracak olursanız size eğitim süresinin dört yıl olmasıydı, diye cevap veririm. Doğrusu, verilen eğitim ve sınıf içinde yakalanan hava gibi şeyler düşünüldüğünde oğlumun Bahçelievler Gazi İlkokulu’nda geçirdiği sürenin, eskiden olduğu gibi, 5 yıl olmasını isterdim. Bir veli olarak bu daha hoşuma giderdi. Yakalanan istikrarı bozmanın pek anlamı yoktu. Zaten 5+3’ün çocukların psikolojik gelişimi için daha uygun olduğu genel bir kabul. Geçiyorum…

Bugünkü sistem, tıpkı havaalanlarındaki yer görevlileri gibi sürekli el kol işaretleri yaparak, öğrencileri özel okullara yönlendiriyor, bildiğimiz anlamda semt okulları bir norm olmaktan çıkıp birer istisna haline geliyor. Kimi devlet okullarında bir sınıftaki öğrenci sayısı öğretmenlerin başaçıkabileceğinden çok fazla. Daha geçenlerde bir veli, ilkokula başlayacak oğluyla ilgili konuşurken, hafif bir isyan havası içinde, ‘Ben niye çocuğumu normal bir okula gönderemiyorum yahu?”, diye soruyordu. Kuşkusuz buna verilecek yanıt çok ve burası yeri de değil, ama şu ‘normal okul’ şikayetinin (talebinin) içinde ciddi bir sistem eleştirisi olduğunu da kabul etmek gerek.

Giderek daha az insanın yaşadığı bir keyfiyet: Mahallemizde bir okul, genelde civar semtlerden gelen öğrenciler, çalışkan ve işini bilen öğretmenler. Mütevazı bütçelere ve sınırlı fiziksel şartlara rağmen okula neşe içinde giden çocuklar. Annesiyle ben Aras’ın dört yıl içinde aldığı mesafeden ve bu yolu alış biçiminden genel olarak memnunuz, öğretmenimizi sevdik, bir öğrenci grubunun nasıl aşama aşama bir sınıfa dönüştüğüne tanık olduk. Daha ileri yaşlar için bu tatlı dert benim de başımda, konuyu biliyorum, ama 6-10 yaş arasının çok özel, çok farklı bir dönem olduğu da bir gerçek. Bu, büyük bir sorumluluk. Verilen ev ödevlerinin ölçüsünden, sınıf içindeki hassas dengelere, velilerin envaiçeşit beklentilerinden müfredattaki sıkıntılara kadar sınıf öğretmenlerimiz çok yoğun bir gündem içinde çalışıyorlar. Ve doğrusu iyi iş çıkarıyorlar…

Dediğim gibi, bugün çocuklarımız şehrin işlek bir caddesinde, iki kafenin arasına, neredeyse her gün bir yenisi açılan özel okullara yönlendiriliyor. Çoğu aslında iş merkezi olarak tasarlanmış, bahçesi bile olmayan binalar. Halbuki deprem sonrasındaki yapılanma sürecinde makro bir plan işleri gayet güzel çözerdi. Sanırım biz bu treni de kaçırıyoruz. Eskiden okullaşma bir ölçüttü, yani bu bir nicelik meselesiydi. Ama bugün, mesela ortaöğretim için, çocuğunuzu bir devlet okuluna göndermek istediğinizde seçeneklerdeki sınırlılık sinirinizi bozabilir. 'Normal' okullar giderek azınlık haline geliyor.

Aras tabii 4 + 4 / 5 + 3, böyle şeyleri fazla bilmiyor. Ama süre konusunda sanırım benim gibi düşünüyor. Bunu, dördüncü yılın son gününde eve gelince, elinde karnesi, boynuma sarılıp ağlayışından anlıyorum…

12 Aralık 2017 Salı

DERGİLER HALA DEĞERLİ

Bir yerlerde görünmek

Murat Yalçın’ın geçen ay K24’te yayımlanan Dergilerde Görünmek adlı denemesi yazın dünyamızda görünürlük ve bilinirlik gibi kavramların aldığı yolu konu ediniyordu. Bir dönemin edebiyat matinelerinden bugünkü Wattpad’e uzanan bu yolda dergiler her zaman ciddi birer köşe taşı olmuştu ve sayın Yalçın yazısında, özetle ve mealen, söz konusu yayınların o yıllarda edebiyat dünyasında çok önemli bir yer tuttuğunu, bir dergide görünmenin yazan kişi açısından bir dönüm noktası veya bir başlangıcın habercisi olduğunu söylüyordu. Dergide öykünüz ya da şiiriniz çıktığında siz de edebiyat dünyasına adım atıyordunuz; metnin nerede çıktığına bağlı olarak siz de belirli bir çevreye giriyordunuz.

Günümüz teknolojisinin sağladığı olanakların dergilerin bu işlevine kısmen sekte vurduğu ortada. O kadar ki bugün görünürlük ve ulaşılabilirlik gibi kavramların içerik ve tanımları da değişmiş durumda. Şimdi dijital dünya daha fazla insanı çok daha kolay bir şekilde ve daha sık buluşturuyor. Bu durum yazın alanında bir şeyleri kolaylaştırdığı gibi sanki pek çok şeyi de ucuzlaştırıyor! Bunlar hep doğru.

“Seçili bir dergide belirli bir düzende yayın yapma âdeti” bugün tanınmış bir yazar için mutlaka tutulması gereken yol bir olmayabilir. Peki ya henüz işin başında olanlar?

Ancak Sayın Yalçın’ın atladığı -veya yazısında değinmeye gerek görmediği- bir nokta var: Dergilerde görünmek, bu hedeflerini henüz gerçekleştiremeyen birçok edebiyat heveslisi için hala çok önemli. Bu aralar bir dergide öykü yayımlamanın öyle büyük bir etkisi - diyelim bundan 30-40 yıl önceki şiddette bir etkisi- olmayabilir ama yazın dünyamızda yeni isimleri teşvik etme ve onların inançlarını tazeleme anlamında hala önemli bir rolleri var dergilerin. Yani dergiler hala değerli.

Bugün öykü atölyelerinin düzenlenmediği, ünlü yazarların bırakın söyleşi yapmayı şöyle bir geçiyorken bile uğramadığı nice Anadolu kentinde birçok edebiyat hevesli hala dergilerden beslenmeye çalışıyor. Sevdikleri yazarları, değer verdikleri imzaları bu yayınlardan takip etmeyi bir tür eğitim olarak görüyorlar. Üstelik bahsettiğim şehirlerin pek de azımsanmayacak bir kısmına bu dergiler aslında gelmiyor bile! Sayın Yalçın bir dergi yöneticisi / editörü olarak benden iyi biliyordur: Bugün Türkiye’nin pek çok kentinde, kasabasında nice yazar adayı yaşadıkları şehirlerdeki (varsa) kitapçıların raflarına aslında hiçbir zaman ulaşmamış bazı dergilere ulaşmaya, onlara seslerini duyurmaya çalışıyor.  

Kaldı ki bu dergilerin ve fanzinlerin bir çoğu yayın hayatını yine birkaç edebiyat sevdalısının özverili çalışmasıyla sürdürüyor. Arkalarında büyük dağıtımcılar da yok, reklam verenleri de. Son dönemde kaç derginin bir iki yıl (bir iki sayı?) çıktıktan sonra kapandığına baktığımızda ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.


Her yerde böyle

Öte yandan, bu durumun küçük, uzak şehirlerle sınırlı olduğunu söylemek de yanıltıcı bir saptama olur. İstanbul ve Ankara’da da pek çok yazın gönüllüsü ve pek çok edebiyat öğrencisi için dergilerde görünmek, bir dergide yazı yayımlatmak hala en önemli ölçüt. Belli bir edebiyat bilinci ve beğenisine ulaşmış yazar adayları için nitelikli bir edebiyat dergisinin içinde olmak doğrusu yabana atılır bir ilerleme değil. Onlar seslerini duyurmak ve  “ben de varım” demek istiyorlar. Bunun önemli bir koşulunun da dergilerden olumlu dönüş almak olduğunu biliyorlar. Burada dergiler, dediğimiz gibi, bir okul görevi görüyor. Yani şu an kötü yazan biri belki bu okulda sadece bir öğrencidir. Bu yıl vasat yazan biri gelecek yıl hatırı sayılır bir dergide yer almayı başarabilir. Bunun dışında, onlar çeşitliliğe de önem veriyorlar. Zaman içinde birden fazla derginin sayfalarında isimlerini görmeyi önemsiyorlar. Ne yalan söylemeli, amaç belli: Bir tür şöhret! Yani her yeni yazıyla farklı bir editörün (veya editör grubunun) onayını almak ve böylece daha fazla sayıda okura ulaşmak.

Edebiyat gönül ve sabır işi. Küsmemek, kızmamak ve kimsenin farkında olmadığı birtakım kaprislere kapılmamak gerekiyor. Yazmayı (yeteri kadar) sevenler böyle bir tutumu zaten takınmıyorlar. Bakmayın, onlar sosyal medyayı da öyle fazla önemsemiyorlar. Kendi kitaplarını para vererek bastırmak, kişisel Facebook sayfalarına kendi şiirlerini koymak gibi -naif ama pek de edebi olmayan- usullere asla başvurmuyorlar. Onlar dergileri hedefliyorlar.

Çünkü dergiler bir şeyleri işaret etmeye devam ediyor hala.


                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...