20 Temmuz 2014 Pazar

“GERÇEKTEN DEĞERLİ OLAN HANGİSİ?”


Hıncal Uluç üst üste dört gün yazdı filmi, biz de tek yazıyla kesecek değiliz, sonuçta üç saati aşan ve ‘sözelde iyi’ bir filmden bahsediyoruz. Geçen günler içinde yönetmenin verdiği röportajlar ve izleyenlerden gelen yorumlar filmin özündeki edebiyat mayasını da iyice belirginleştirdi. Çehov zaten jenerikte yazıyordu; pek çok yorumcu filmi analiz ederken önemli yazarlara (Dostoyevski, Mansfield, Sabahattin Ali, ve hatta Yakup Kadri) atıflar yaptılar.


Önceki yazımızda film üzerinden bir aydın-burjuvazi-feodalite okumasına falan gir(e)memiştik, bu yazıda da bunu yap(a)mayacağız.  Bence bu tip yazılar, ne kadar gerekli oldukları bir yana, filmin izleyiciye belirli bir ‘estetik mutluluk’ verdiği gerçeğini  ikinci plana atıyorlar ki bu, sanatçının isteyeceği en son şey olmalı. Zaten yönetmen Nuri Bilge Ceylan da geçenlerde okuduğum bir röportajında* baş karakterin adının ‘Aydın’ olmasının beraberinde bazı sorunlar getirdiğini söylüyordu:

Aydın karakterine bir ‘aydın’ olarak da bakmak istemiyorum aslında. İsmini Aydın koyduğuma da pişman oldum biraz. O zaman ‘o karakter üzerinden aydın meselesine bakıyoruz’a indirgeniyor film. Öyle değil. O bir karakter; hepimiz gibi iyi ve kötü tarafları olan bir insan. Sonuçta aydınlar da bir kalıptan çıkmış, birbirine benzeyen homojen yaratıklar değiller. Birisine bir özelliği yüzünden sinir olursun, bir başka özelliği yüzünden de hayranlık duyarsın.

Hassas Bölge
Yalnız benim dikkatimi Aydın ve Necla arasındaki o ‘aksiyon dolu’ sahnede geçen bir diyalog özellikle çekti, filmde dikkatimi özellikle çeken pek çok şeyin arasında. Şöyle:   
Aydın ideal bir din adamının nasıl olması gerektiğini anlattığı yazısının son halini gazeteye göndermeden önce kardeşi Necla’ya okur. Böyle bir yazı yazmaya onu  kiracısı Hamdi Hocanın (the local imam!) davranışları ve çamurlu ayakkabıları sevk etmiştir. Aydın, burada din adamlarına kendince bir takım öğütler verir ve yazı şöyle biter:
“Neticede, İslamiyet bir medeniyet, bir yüksek kültür dinidir.”
Sonra Aydın, yazıyı nasıl bulduğunu sorar kardeşine. Necla bir sorun olmadığını, yazının din karşıtı bir şey içermediğini söyleyerek onu rahatlatır (şimdilik!)
“E, İslamiyet bir yüksek kültür dinidir, falan da diyoruz,” diye devam eder Aydın, (biraz daha rahatlama!)
“Tamam canım sorun yok işte!”
“Hani konu biraz hassas ya, o bakımdan,” der Aydın, gözlüklerinin üstünden bakarken ve  ekler: “Gerçi ben takmam böyle şeyleri ama!”

Bu son cümle üzerine Necla durur, Aydın’a şöyle bir bakar; bu, ‘sen onu benim külahıma anlat’ bakışıdır ve  bize iki kardeş arasındaki ilişkinin boyutlarıyla ilgili önemli fikirler verir.  Aydın tedirgindir çünkü bu netameli mevzu için aslında ne gerekli donanıma sahiptir ne de konunun gerektirdiği cesarete. Bu yüzden bir onaylanma ihtiyacı içindedir.

Bu sahne bize aynı zamanda tekil örnekler üzerinden genellemeye gitmenin aslında yanlış olduğunu da hissettirtir sanki. Yukarıdaki alıntıda Ceylan da aşağı yukarı aynı şeyi söylemiyor mu? Birine belli bir konuda kızıp ‘bunlar hep böyle zaten’ diyerek kesip atmak herkesi aynı torbaya koymak demektir ve bu, öyle böyle değil, ülkemizde çok yaygındır, çok yaygın bir yanlıştır.

Gurur ve Yargı
Burada sorun bence Hamdi Hocanın çamurlu ayakkabıları falan değil düpedüz sınıfsaldır, aşağıdakiler ve yukarıdakiler yani. Neden her zaman gereğinden fazla parası olanlarla yeteri kadar parası olmayanlar arasındaki ilişki bir iktidar ilişkisi olmak zorundadır? Hakan Aksal’ın T24 sitesindeki yazısında ‘anlatırsam onu anlatırım’ demeye getirdiği kadın terliği sahnesi mesela! İşin içinde mahkeme, avukatlar ve daha uzun süre ödenmesi pek mümkün görünmeyen bir kira borcu vardır. Hamdi Hocanın bütün ezikliği içinde kurabiyeyi ve çay bardağını tutuşunu hatırlayın!

Bahsettiğim röportajda Ceylan bize gururunu ön plana alıp tüm gemileri yakan(!) gözü pek İsmail ile onurunu tamamen geri planda tutarak ailesinin devamlılığı için çalışan Hamdi arasında seçim yapmamız gerekse, hangisine daha çok saygı duyacağımızı soruyor. İşte burada yönetmenimiz kamerasıyla edebiyatın içine daha bir sokuluyor ve bu sözler bence ilerde Ceylan’ın gelecekte yapacağı filmlerle ilgili de bize bir fikir veriyor:

(İsmail ve Hamdi’yi karşılaştırırken) Gerçek fedakârlık hangisi? Gerçekten değerli olan hangisi? Hayat her ayrıntısıyla insanı şaşırtıyor, peşin hüküm vermek kolay değil. Peşin hüküm verebileceğimiz durumların içinde insanı şaşırtacak ayrıntılar olabileceği kuşkusunu sürekli taşımamız gerektiğini düşünüyorum. Hayat beni devamlı böyle durumlarla karşı karşıya bırakıyor.


Kış Uykusu ile ilgili yazacaklarım bu kadar (şimdilik!). Ama bir sahne daha anlatacak olsam herhalde Tamer Levent’in çocukluk günlerine döndüğü, karısını ve kızını andığı ve “Hani nerde...Hani nerde?” deyip durduğu o demlenme sahnesini anlatırdım! 

15 Temmuz 2014 Salı

ARAS'LA Bİ'YERLERDE


AVM’de:  Bir teknoloji mağazasının ışıltılı vitrininin önünde çömelmiş kocaman ama kağıt inceliğindeki ekranda oynayan çizgi filmi izliyorum. Bu çizgi filmde kendini bilmez bazı ejderhalar yeryüzünde masum masum yaşayıp giden mantar tipli bir topluluğa saldırıyorlar, onlara uçan tekme falan atmaya kalkışıyorlar. Heyecan dorukta yani. Doğrusu, kırk yaşına yaklaşan bir adamın böyle vitrinin karşısına çöküp uçan ejderhaları izlemesi garip bir durum … olurdu, eğer iki üç metre ötede yürümeyi daha bir kaç gün önce öğrenmiş bir oğlan çocuğu bir aşağı bir yukarı yürüyüp durmasaydı. Yıllar önce Aras’ın hız kavramını kendi deneyimiyle ucundan keşfettiği bir AVM günü bu. Çocuk sahibi olmak insana tersten bir özgürlük de sağlıyor. Orada durup çizgi filme dalmış olmamı kimse yadırgamıyor.

Ormanpark’ta: Buraya nedense hep sonbaharın yeni başladığı ya da henüz bitmediği soğuk, gri günlerde geliyoruz. Biraz salıncak ve kumda oynama faslından sonra asıl törene geçiliyor: Aras’la oturup tavla atıyoruz. Bizim burada oynadığımız tavla, gelen zardaki sayıya göre kendi taşlarını toplamaktan ibaret. Arada bir şeyler de içiyoruz. Aras’ın buradaki tercihi mutlaka oralet oluyor. Böyle ritüelleri var oğlumun. Ormanpark’ta oralet, Trafikpark’ta kakaolu süt içiyor (ben her yerde çay içiyorum). Bir gün azıcık güneş de varken Ormanpark’tan eve kadar yürüyoruz.
Sanayide: Arabamı yatıya bırakmışım. Dolmuşla gidiyoruz. ‘Sıkı tutun!’ diyorum dolmuşta, 'aniden fren yaparsa düşmeyesin.' İnene kadar ‘Aniden… Aniden’ deyip duruyor. Bu sözcüğü ilk kez duyuyor olmalı. Ender Usta’nın dükkânında bambaşka bir dünya buluyor. Havada duran arabalar, bir ayağını kaldırmış kamyonetler, elleri kara yüzleri kara işçi çocuklar… Arabamızı alıp dönüyoruz. Dönüşte etrafı incelemeye daha çok fırsat buluyor: Baba, neden her yere bayrak asmışlar? diye soruyor. ‘Dün bayramdı ya, ondan. 30 Ağustos’tu’, diye yanıtlıyorum onu. ‘İşte daha kaldırmamışlar bayrakları da’. Aras’ın kafası karışıyor. ‘Bayram mı? Nasıl Bayram? Kimse bana harçlık vermedi!'

Gene (mi) AVM’de: Tabletlere bakıyoruz. Onu kucağıma alıyorum, helezon aynalardan kendi görüntümüze bakıp gülüyoruz. Aras o günlerde ısrarla bir tablet bilgisayar istiyor. Ben ‘diren’iyorum tabii, ve genelde yaptığım gibi, fiyatlara bakıp bakıp geri çekiliyorum. Çıkarken aklıma bir şey geliyor: Buranın internet bağlantısı vardır mutlaka. Geri dönüp ‘Elmanın İçi’ne giriyorum. Sonra onun fotoğrafının da olduğu yazılardan birini buluyorum. Onu kucağıma alıyorum ve o an Aras kendi resmini bilgisayarda görüyor. Vay be! Bir mağazanın içinde ve de başka bir bilgisayarda ha! ‘Nasıl yaptın? diyor bana hayretle. Diyorum ki ‘Ben büyücüyüm, yaparım böyle şeyler…’

Turda: Rehberimiz elinde kendisini güneşten koruyan şemsiyesiyle ilerliyor, biz de bizi azat edeceği dakikaya kadar onun peşinden koşturuyoruz. Aras grubun en küçük üyesi ve tüm gücüyle bize ayak uydurmaya çalışıyor. Çok yorulduğunda veya azıcık arkada kalır gibi olduğumuzda onu kucaklıyorum. İki ayağını sırtımda birleştirdiği ve ağırlığını omzuma verdiği zaman taşıması daha kolay oluyor. Bir süre böylece yürüyoruz. Sesi kulağımın arkasında ‘Bu şekilde ikimizin de istediği oluyor’ diyor bana. 'Nasıl yani?' diyecek oluyorum, merakla. Cevap veriyor: ‘İşte ben yürümüyorum, böyle dinleniyorum; sen de bana sarılmış oluyorsun.’

3 Temmuz 2014 Perşembe

ANLAMAK DEĞİL TAT ALMAK


“Dediklerim anlaşılıyor mu, bundan bile emin değilim” diyor Nihal, Aydın’a, o şiirsel sahnede şömineden gelen ışık birinin yüzüne diğerinin sırtına vururken. Kış Uykusu ile ilgili bir dolu yorum okudum, filmi seven çok, fakat bazı karakterlerin bazı davranışlarına anlam veremeyenler olduğunu da gördüm. Buradan hareketle filmin eksikliklerine dikkat çekiyorlar. Bu haklı bir eleştiri olabilir tabii, ama söyleyin,  ‘anlaşılmak’ ne zaman kolay olmuştur ki? Bir insanı anlamak zaten zordur; bir film karakteri, dipsiz kuyu.  Sonuçta herkesin, her daim, kendine göre bir sebebi oluyor! Burada asıl iş, izlediğin şeyden tat almak, keyif almak olmalı. Görüntüyle müziğin uyumlu akışı, sahici ve (d)olgun diyaloglar, sizi saran bir atmosfer. Sinemayı sinema yapan şeyler işte. Türkçe’de “uyku tatlı geldi” diye bir laf vardır hani; bu kışın bu uykusundan da sinema sanatı açısından  alacağımız çok tat olduğunu düşünüyorum:

Işık ve Aktörlük

Bir oyunculuk gösterisi bu, sarı ışığın altında derin mevzular, sevgisizlikle dolu bakışlar, beklemek ve iğnelemek, el öpmek ve devam etmek,  açılan kapıyla birlikte yarı karanlık odayı boydan boy kateden gün ışığı. Bir sinema salonunda olmanın  keyfi: Gecedir, karanlıkta tekinsiz bir eve yaklaşıyorsunuz, içerde ışık yanıyor, kafanız karışık ve tedirginsiniz ve çok uzaklardan köpek havlamaları duyuluyor.

“Benim İlyas..?  Taş atıp camı kırdı..?”

Televizyon dizileri oyunculara gerçek potansiyellerini gösterme fırsatı vermiyor, biliyoruz. Mesela Nejat İşler. Onu son oynadığı dizideki rolünde, limandaki teknesinin önünde kendisine koşarak gelen köpeği eğilip okşarken hatırlıyorum hep; dizi boyunca benzeri (mecburen) defalarca çekilen bir sahne. Durum genelde tüm oyuncular için aynı aslında: Ekrandaki Nejat İşler, kendisine verilen rolü oynayan Nejat İşler’dir, daha fazlası değil (bir defasına dizileri reklam aralarını doldurmak için yapılan işler olarak gördüğünü söylemişti). Oysa burada, Kış Uykusu’nda yani, hapisten yeni çıkmış bıçkın İsmail’le tanışıyoruz. Diyaloglar hazırlanmış ve yerinde; bakışlar ve ses tonu, tarihin gerçek bir anında var olan ve belki de hala orada yaşayan gerçek bir kişiliğin öfkesini yansıtıyor.

Bu anlamda -bence- Melisa Sözen’in ve Serhat Kılıç’ın çarpıcı performansları filme büyük katkı sağlıyor. Bir yönetmenin -bu yönetmenin- ayırt edici özelliği bu belki de, oyuncu yönetimi: O zamanlar Ercan Kesal’i tanımıyordum, Bir Zamanlar Anadolu’da filminde  onu muhtar rolünde izlerken bu adam da kim, bizim oradan, Pamukova’dan falan mı buldular acaba, diye düşünmüştüm. Burada da Sözen ve Kılıç rollerinin hakkını veriyorlar, oynadıkları sahneler defalarca izlenebilir doğrusu, ve oturdukları yerde bile Nuri Bilge Ceylan’ın film boyunca çok iyi kullandığı ışık kadar göz alıcılar.

Aydın Sıkıntısı

Filmin baş kahramanı Aydın başladığı işi bitiremeyen, demeyeceğim, başlamayı düşündüğü işlere bile bir türlü başlamayan bir ‘garip’ yarı-aydın. Daha kendi ayaklarının üzerinde durmaktan aciz olmasına rağmen ( Hidayet nerde, Hidayet orda mı, Hidayete söyleriz), aklınca memleketi düzeltmeye çalışan, kibirli, etrafına mutsuzluk saçan bir ademoğlu. Ama onun “Hem sıkılmak ne demek bir kere!” deyişini sevdim.

“Ben çocukken kekemeydim Aydın Bey... O yüzden şimdi çok konuşursam...”

Kış Uykusu için NBC’nin en konuşkan filmi, deniyor. Ben de BZA’yı izledikten sonra, diğer filmlerine göre daha çok diyalog var, diye yazmıştım. Öyledir, Ceylan’ın filmlerini bugünden geriye doğru izleyen biri karakterlerin suskunlaştığını fark edecektir. Gerçi Kasaba’nın ikinci yarısında çok laf vardır, ama bu, yönetmenimizin erken döneminde kekeme olduğu, bu yüzden de az konuştuğu gerçeğini ortadan kaldırmaz! 

Filmin bence bir kusuru bize Nihal’i gece arabayla eve dönerken gösteren sahnenin çok kısa sürmesi! Karanlık, gözyaşları içinde bir kadın yüzü, karşıdan gelen araçların ışıklarının bu yüze yansıması ve yağmur ve piyanonun yükselip alçalan sesi. Filmin en çarpıcı sekansının arkasından geliyor bu sahne, onu ‘acayip iyi’ tamamlıyor. Daha uzun sürmeliydi, diye düşünüyorum, Nihal arabasını gecenin içine bir süre daha  sürmeliydi...

Bu uyku bana tatlı geldi

Hasılı, çok beğendim Kış Uykusu’nu,  bir gün ara verip iki kez izledim, Schubert’inmiş müzik -insan hep öğrenir-, durup durup dinliyorum, kafamın içinde çalıyor sürekli. Aydın ve Nihal hala oradalar sanki, Hidayet ortalıkta dolanıyor ve Garip Köyü karın altında öyle kimsesiz bekliyor (gerçi bu son dediğim hiç yanlış değil!).

Yazıyı bundan sonra da bu başarısını sürdürmesini dilediğim usta yönetmene, bir sahnede Nihal’in Suavi Bey’e söylediği cümleyle seslenerek bitirmek istiyorum,:
“O zaman size veda etmiyorum. Görüşmek üzere”  

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...