26 Nisan 2013 Cuma



BEN BABAMI SEN USTANI UNUTMA

Geçen ayın 27'si Aşık Veysel’in 40. ölüm yıl dönümüydü. Büyük Millet Meclisi Türkçe'ye katkılarından dolayı 1965'te ödül vermiş bu büyük ozana. Bunu öğrendik, Veysel'i hatırladık; iyi oldu.

Bunlar da iyi oldu: Televizyon kanallarımız, Amerikan televizyonlarından kestikleri rolleri kendi üstlerine yapıştıran dizilerine, uzak adalarda böcek kovalayarak ne olduğunu bilmediğim bir şeylerden 'kurtulan' insanların yarıştığı şovlarına, bir sorunun cevabını izleyicisine bahşetmek için onu ekran karşısında dakikalarca bekletmeyi sorun etmeyen bilgi, ve sırf eşiniz ‘O yapar’ dedi diye şu kadar dakikada şu kadar acı biberi boğazınızdan içeriye tıktığınız ‘beceri’ yarışmalarına, koca adamların birer çocuğa, yok çirkin birer canavara dönüştüğü spor (yani, futbol) 'yorum' programlarına…Evet, tüm bunlara birkaç akşamlığına ara verdiler de Aşık Veysel’le ilgili belgeseller izleyebildik prime time’da, onun az bildiğimiz türkülerini de dinleyebildik.

Bu da iyi oldu: İnsanlar gittikleri tatil beldesinin fotoğrafını henüz o tatile ruhen başlamadan; bir restoranda yiyecekleri yemeğinkini de aman daha tabak bozulmadan şöyle bir çekip face’e koyar, kimin başlattığı belli olmayan siyasi dedikoduları retweet’ler ve beğenirken arada Veysel'den bir iki dörtlüğü, birkaç dizeyi de ilettiler birbirlerine.  

Şu çok iyi oldu: Bu süre içinde birkaç gün de olsa öğrencilerimiz, gençler, dünyanın en tuhaf isimlerine sahip futbol gazetelerini, aslında kendilerinin olmayan paraları yatırdıkları iddialı kuponları, iletişim kurmaktan ziyade bisikletli küçük adamlara dağları taşları aştırmak için kullandıkları cep telefonlarını, ve bilgi edinmekten daha çok komik videolar izlemek için kullandıkları internet sitelerini bir kenara bıraktılar da Veysel’in şiirlerini içeren kitaplara, onun yaşam öyküsünü anlatan yapıtlara yöneldiler ve meraklandılar; oradan da Türkçe’nin, yani kendi ‘ses bayraklarının’ diğer güzel örneklerine geçtiler …..  

Bu da olmuş olabilir: Birisi 'Ben şiir sevmem hiç' dedi. Öteki şaşırdı. 'Nasıl yani? dedi. 'Veysel'in yazdıklarını da mı sevmiyorsun? Sonra ona şunu gösterdi:

SAZIMA

Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikar etme
Lal olsun dillerin söyleme ya da
Garip bülbül gibi ahu-zar etme

Gizli dertlerimi sana anlattım
Çalıştım sesini sesime kattım
Bebe gibi kollarımda yaylattım
Hayali hatır et beni unutma

Benim her derdime ortak sen oldun
Ağlarsam ağladın gülersem güldün
Sazım bu sesleri turnadan m'aldın
Pençe vurup sarı teli sızlatma

Bahçede dut iken bilmezdin sazı
Bülbül konar mıydı dalına bazı
Hangi kuştan aldın sen bu avazı
Söyle doğrusunu gel inkar etme

Ay geçer yıl geçer uzarsa ara
Geyin kara libas yaslan duvara 
Yanından göğsünden açılır yara
Yar gelmezse yaraların elletme

Sen petek misali Veysel de arı
İnleşir beraber yapardık balı
Ben bir insan oğlu sen bir dut dalı
Ben babamı sen ustanı unutma 



3 Nisan 2013 Çarşamba

O ÜFLEYİNCE BİZ GİDİYORUZ, ÖYLE Mİ?

Adapazarı Belediyesinin etkinliklerinden biri de Orhangazi Kültür Merkezi’nde çocuklar için düzenlenen gösteriler (piyesler, sihirbaz, gölge oyunları vs). Geçen ay mesela (Mart 2013) her Cumartesi bir Karagöz oyunu vardı ve salon hep doluydu.

Bunlardan birine (Pasaklı Karagöz) biz de gittik Aras’la. (Yanımızda: Mehmet Kemal, Berrin. Balkondakiler: Erkan, Enes ve dahi Elifnaz). Seçkin Usta Hacivat’la Karagöz oyununun içine Angry Birds göndermeleri de koymuş, çocukları oradan yakalıyor (zaten yakalanmaya dünden razılar). Perdede Karagöz’ün yanlış anlamalarına gülüp duruyoruz. Aras zaten seviyor Karagöz’ü, şimdi yanında Mehmet Kemal olunca daha bir eğleniyor. Mehmet Kemal’in moralinin o sabah boyunca bozuk olduğunu ve o gün ilk defa bu oyunda güldüğünü söylüyor Berrin bana.

Ertesi gün arabada gidiyoruz (Nilay, Aras, ben). Aras bir soru soruyor. ‘Baba, bizi Allah mı oynatıyor?’ (Oyunun etkisi, diye düşünüyorum. Hani tiyatro ölmüştü?). Sonra ona dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum. ( O bize akıl vermiş, gibi şeyler söylüyorum). O sırada kırmızı ışık yanıyor ileride, yavaşlıyoruz. Ama Aras hız kesmiyor, bir soru daha yolluyor ön koltuğa doğru. ‘O üfleyince biz gidiyoruz, öyle mi?’ (Fikri takip sorusu)  ‘Yani’ diyorum ‘Bazen depremler, kasırgalar oluyor tabii dünyada!' Burada Nilay araya girme ihtiyacı hissediyor: ‘Onu sormuyor. Şimdi bekliyoruz ya canım ışıklarda, onu diyor!’ ‘Ha, evet’ diyorum. (Ben soruyu tamamen yanlış anlamışım). Yeşili beklerken sol çaprazda, yolun ötesinde Serdivan Belediyesinin yeni binasını görüyorum o an. (Hala Ahmet Abi’yi ziyaret etmedim, şöyle bir çikolata, hayırlı olsun falan).

‘Yani tam olarak öyle üfleme diyemeyiz, oğlum’ diyorum Aras’a. (Çok derine girmeden, hatta pek yüzeye bile girmeden bu işten sıyrılmam lazım!) ‘Şimdi yeşil yanınca, mesela, ben gaza basacağım' ( O an arkadaki araba kornaya asılıyor, meğer çoktan yanmış benim yeşil!). ‘Sonra bak, birazdan sağa kıracağım direksiyonu’ diyorum (Kırıyorum). Az sonra varacağımız yere geliyoruz. (Bildiniz, AVM burası). Aras'a başka sorusu olup olmadığını sormuyorum. (Şimdi o jetonlu arabaları hayal etmeye başlamıştır). Aslında üflemeyle ilgili bir şeyler yok değil bu konuda ama Aras’ın yaşı henüz ufak melekleri anlamaya ve zaten benim de ‘nefesim’ de yeterli olmaz böyle şeyleri anlatmaya.

Arabayı durdurunca torpido gözünden broşürü çıkarıp bakıyorum. Bir sonraki Cumartesi Çoban Karagöz oyunu var. Bunu zihnimdeki ajandaya kaydediyorum. Artık Erkan'la bir gün önceden sözleşiriz. (Barış Abi, yarın gidiyor muyuz abi? Gideriz Erkan). Sonra o Cumartesi yeni bir oyun için orada oluruz. Salon çocuk çığlığıyla dolar; biz de mutlu mutlu etrafa bakarız. (Fakat bir şey var: Biz artık koca adamız, Seçkin Usta’dan Uçan Kaz Norton göndermeli bir oyun beklemek hakkımız !)

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...