31 Ekim 2012 Çarşamba

EĞER MUTLUYSAN VE BUNU BİLİYORSAN


Bir arkadaşım bir kaç gün  önce haksız yere tutuklanan ve bir süre çocuklarından ayrı kalması gereken bir anneyle  ilgili  gazetede  okuduğu haberi bize aktarırken 'Dünya aslında  zor bir yer, arkadaşlar'  diyordu. Gerçekten de bugün pek çok insan dünyanın ne kadar zor bir yer olduğuna her defasında yeniden tanık olmamak için televizyonda haberlere bakmıyor, gazeteleri okumuyor. Ne var ki, bizi çevreleyen acılardan kendimizi soyutlamamız her zaman mümkün olmaz. Bazen durup düşünürüz: Mutluluk bu dünyada bir istisna mıdır, diye sorarız. 

Yeşim Ustaoğlu'nun son filmi Araf, 'her insanın dünyası kendine zor', diye düşündürüyor. Film, şehirler arası bir dinlenme tesisinde hep yorgun iki gencin hikayesi esas olarak. Bu gençlerden biri  yukarıda gördüğünüz resimde üst geçitte durup kırmızı bir kamyonun yolunu gözleyen kız, Zehra. Öteki, olgunlaşmasına daha çok olan, klişeler ve küfürlerle yaşayan bir taşra delikanlısı. Bu dinlenme tesisi onların hayatlarının bekleme odası. Biraz zaman geçsin, bekleme bitecek. Peki onun yerine ne başlayacak?  

'Yolu çocuklardan ve şarkılardan geçen' herkes şu ünlü şarkıyı duymuştur : If you're happy and you know it, clap your hands...Yani 'eğer mutluysan ve bunu biliyorsan ellerini çırp!' der şarkı. Bana öyle gelir ki bir çocuk şarkısından beklenmeyecek kadar sıkı bir önerme vardır burada. Şarkı, bir şekilde, sadece mutlu olmakla değil, bunun farkında olmakla da ilgilenir. Bilinçli mi yapılmıştır yoksa kafiye mi öyle gerektirmiştir bilmem ama şarkı 'if you know it' (eğer bunu biliyorsan) diyerek bilince davet eder bizi. Mutlusun, bunu bil, bunu hatırla demek ister sanki. Gerçekten de bazen bunu hatırlamamız gerekir hayatta; çünkü bizler zaman zaman aslında (ne kadar) mutlu olduğumuzu bilemeyebiliriz de.
..

Araf'ta hikayelerini izlediğimiz insanlar mutsuzlar ve bunu biliyorlar. Hayatlarını değiştirmek için iyi kötü çaba da gösteriyorlar. Ve bu çabanın zaman zaman 'eğreti' durduğunun da farkındalar. Mesela, Zehra'nın (Neslihan Atagül -ki burada bir oyuncu olarak umut vermekten fazlasını yapıyor)  Derya ile  (Nihal Yalçın) kafede otururken 'Gideceğiz buralardan, o da beni seviyor' demesindeki klişe duygusu ikisini de güldürüyor. 'Başka çaren yok' diyor Derya sık sık. İstasyondaki sahnede Nihal Yalçın ne kadar başarılı ve ne kadar çaresiz! Diyaloglar azmış, Özcan Deniz'in orada ne işi varmış, o sahne neden o kadar uzun sürmüş... Bütün bu tartışmalar bir yana, insanı mutluluk üzerine düşündürten bir film olmuş Araf.  

Gönül ister ki dünyada mutluluk istisnai değil daimi bir durum olsun, fakat işte bunun mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. 17. yüzyıl düşünürlerinden Leibniz'e göre 'yaşadığımız bu dünya, mümkün dünyaların en iyisidir.' Galiba çoğu insan 
pek de bilincinde olmadan bu şekilde düşünüyor ve günlük hayatında bu düşünceden bir tür teselli duygusu devşiriyor. Ama gene de insan 'biraz daha diyalog olsaydı' diye düşünmeden edemiyor;  insanlar ve uluslararası ilişkilerde. Ve tabii bazı Türk filmlerinde...  






12 Ekim 2012 Cuma

ÖMER'İN TEMENNİSİ



Aras, koşarken düştüğünde veya diyelim ki kafasını bir yere çarptığında benim de canımın yandığını biliyor. Yerden kalkıp üstünü başını silkelerken, benim o an çok belli etmemeye çalıştığım telaşımı fark edip, ‘Acımadı ki!’ diye sesleniyor. Bu seslenişle Aras her şeyin normal seyrinde olduğunu bir an önce babasına duyurmuş oluyor.

AVM’nin önündeki parkta hava iyice kararmasına rağmen ışıklar bir türlü yanmıyor. Onu yeni tanıştığı arkadaşıyla kumda oynarken izliyorum. Hava o kadar karanlık ve Aras o kadar küçük ki bazen oyun alanının içlerine bir yerde yere çömelirse görüş alanımdan çıkıveriyor. O da, muhtemelen, kafasını bana doğru çevirdiğinde bankta heykel gibi oturan bir adam görüyor. Bir an onun silüetini kaybediyorum. Çocukların tırmanmak için kullandıkları platformlardan birinin koyuluğunda kalmış. ‘Nerde-nerde?’ derken bir an karanlıklardan çıkıp bana doğru koştuğunu görüyorum. Koşuyor, koşuyor , sonra  ayağı kumların bittiği yerdeki tümseğe takılıyor ve… O an o karanlıkta benim dişlerimi sıktığımı ve biraz irkildiğimi görmesi imkânsız, fakat ayağa kalkınca yine ilk iş olarak ‘Bi şey olmadı baba!’ diye sesleniyor. Sonra koşup yanıma geliyor.

 — Oğlum, diyorum, dikkat etsene... ayağına…bastığın yere…
   Ben  bunları söylüyorum,  ama o aldırmıyor. Az önceki düşüşünü çoktan unutmuş.
—Baba, diyor nefes nefese, Ada’nın doğum günü için çok heyecanlıyım…
—Tamam, yarın gidiyoruz zaten…

Ada’yla az önce alışveriş merkezinin girişinde karşılaştık. Küçük kız hemen annesine ‘doğum günümü söylesene anne’ diyor. ‘Biliyorlar zaten kızım’ diyor Seda. Sonra onlarla vedalaşıp parka doğru gidiyoruz. Aras aslında Ada’yı tanıyor bile sayılmaz. Eğer Facebook çağında olsaydı muhtemelen onu listesine ‘eklemiş’ olurdu ama şu an için Ada, ertesi gün için bir etkinlik, bir farklılık demek.  Çocuklar bir şeyden heyecan duymaya ne kadar hazırlar! Eve gidene kadar birkaç defa daha doğum gününü konuşuyoruz. Hatta ‘Ekin de gelecek mi? diye bile soruyor.   
        
Ertesi gün Ada’nın doğum günü beklendiği üzere küçük bir şenlik havasında geçiyor. Gerçi Aras’ın kendine gelmesi bir saate yakın sürüyor ama sonra ortama alışıyor. Biri o dakika mikrofonun başında 'yazdığı' olmak üzere iki şarkı söylüyor ve finalde Aras’ı diğer çocuklarla beraber yerlerde yuvarlanırken görüyoruz. ‘Sefer Abi’, sağ olsun, çocukların eğlenmesi için tüm enerjisini ortaya koyuyor.  Ve ‘şenlik’ biterken Ömer güzel bir konuşma yapıyor:

‘Bütün çocuklarımızın şimdiki ve gelecekteki tüm doğum günleri kutlu olsun; inşallah hep mutlu olsunlar.’

Bir ay sonra şimdi bakıyorum da şu zor günlerde Ömer’in temennisi daha bir anlam kazanıyor. Çünkü şurası kesin ki çocuklar, diyelim ki, takılıp düştüklerinde en çok büyüklerin canı yanıyor... 

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...