Böyle bir başlık
belki bundan çok önce yazdığım bir yazıya uyabilirdi. Ama o zamanlar benim bir
blogum yoktu ve Nurdan büyük ihtimalle o maili henüz atmamıştı. Hangi maili mi?
Anlatayım:
Adapazarı’nda
depremden önce bir D&R mağazası vardı (bakalım depremler daha kaç şehir
için milat olmaya devam edecek?) Sonra, depremden sonra
yani, şehir hayaletleşti ve hayat grileşti. Donuk, nefes alan
ama yaşamayan bir yer oldu burası. Okullar ikinci dönem başlatıldı. O yıl
üniversiteyi kazanan kuzenim Güven'in, depremin hayatımızda açtığı fay hatları
üzerine dertleşirken 'Şöyle bir gözlerimi kapasam, açsam, üç yıl geçmiş
olsa' demesi hala aklımda. O yıl pek çok insan ve pek çok mekân
gibi D&R da şehre veda etti. Bunu o zamanlar önemsemedik, zira rafları
sanat, bilim ve edebiyat kitaplarıyla dolu bir mağaza o zamanlar
ihtiyaç duyduğumuz en temel şeyler arasında değildi (aslında öyle mi olması
gerekirdi, bu tamamen ayrı bir konu!). Şehir kışları çamur içindeydi, yazları
da toz. Kitapseverler, kitaplar arasında zaman geçirmek isteyenler bazı
kırtasiye dükkânlarındaki birkaç rafla yetinmek zorundaydı. Sonra efendim,
işler normale dönmeye, şehir depremin izlerini silmeye başladı (fakat orta
hasarlı binalarla ilgili ciddi kararlar ancak geçen kışın başında alındı, bu da
tamamen ayrı bir konu!). Adapazarı’nda güneş açmaya başlamıştı, gidenlerden
bazıları geri döndü. Bir gün Bosna caddesinden arabayla giderken yol kenarına
sırayla dikilmiş ağaçları görünce çok şaşırdığımı ve sevindiğimi gayet net
hatırlıyorum.
Bunlar tabii çok
eskidendi! Aradan geçen zaman şehre yeni mekânlar kazandırdı. Fakat bir kitap
ve müzik mağazasının eksikliği uzun süre giderilmedi. Nurdan da oturup
D&R'a bir mail atmış ‘Neden Adapazarı’nda yoksunuz? Hem artık sizin
konsepte uygun alışveriş merkezleri de var burada’ demiş. Gelen cevap
‘talebinizi yetkili yere ileteceğiz olmuş’ Sonra efendim, o ‘yetkili yer’ de
bir mail atmış ve ‘Ekim sonu mağazamızı açıyoruz demiş’. Bu, okulda aramızda
bir espri konusuna dönüştü sonra; hepimiz Nurdan’ın ‘maille ikna etme gücüne’
ikna olmuştuk!
Ve sonra şehre o
film geldi: İstanbul ve Denizli’deki muadillerine kıyasla küçük bir
mağaza buradaki. Fakat aradığımı hep buldum şu ana dek. İnternetten kitap
alanları anlıyorum, zaman zaman ben de bunu yapıyorum. Fakat kitaplar arasında
zaman geçirmek istiyorsanız, bir kitap almadan önce başka başka kitaplara da
dokunmak hoşunuza gidiyorsa, bunu bir bilgisayar ekranının önünde
yapamayacağınızı bilirsiniz. Ve bilirsiniz ki bazen bir kitaba diğer
kitaplardan vazgeçerek ulaşırız. (zaten hayatta da böyle yapmıyor muyuz, ayrı
konu). Benim için bu tip yerler ‘bir kitap alıp çıkacağım’ mekânları değildir.
Buralarda enikonu vakit geçirmek hoşuma gider. Rafların önünde durup uzun uzun
kitaplara bakmayı severim. Onlardan birini çekip arka kapağındaki yazıyı
hızlıca okumayı severim. Almayı düşünmediğim kitapları da o raflarda görmeyi
severim. Ve en çok da uzun bir süredir okumayı istediğim bir kitabı alma
niyetiyle mağazaya girip tamamen farklı bir kitapla çıkmayı severim.
Tabii şimdi
‘elmanın içi’nden de bahsetmeden olmaz. Bazen Aras’la gidiyoruz D&R’a.
Çocuk kitaplarının olduğu yeri biliyor ve beni oraya doğru çekiştiriyor. Onu
burada görmek güzel, ama sanırım Aras, kuşağının diğer çocukları
gibi, bir digital native olacak. Pelin’in çalıştığı
makalelerden öğrendiğime göre bu terim ekrandan okumak konusunda sıkıntı
çekmeyecek ve belki de kâğıda ihtiyaç duymayacak gelecek nesilleri kastediyor.
Şimdi pek çok öğrencim ekranla zaten barışık, ama öyle görünüyor ki bundan
sonra çocuklar tamamen digital bir dünyaya gözlerini açacaklar. Bu makalelere
göre ben bir digital immigrant’ım. Ekranda en fazla bir iki sayfa
okuyabiliyorum; dijital dünyada bir göçmenim.
Woody Allen’ın
zaten birer marka olan Barcelona, Londra ve Paris’te çektiği filmlerin bu şehirlerin
tanıtımına yaptığı katkıyı konuşuyoruz okulda. Bunların arasında benim favorim
Matchpoint’tir ve burada Allen şans temasını işlerken Londra’yı bir tablo gibi
sunar önümüze. İçimizden birisi ‘Gelip bir film de İstanbul’da
çekse, İstanbul hepsinden güzel diyor. Bu dileğe ve ardından gelen görüşe
hepimiz katılıyoruz. Nurdan fırsatı kaçırmıyor ‘Durun bakalım’ diyor ‘Ben bir
mail atayım bakayım Woody’ye!’